ZALİMİN
ZULMÜ VARSA...
(Emperyalist yardımsever Batı'ya HAYIR demeyi başarmış Yunan kardeşlerime ithaf edilmiştir!)
(Emperyalist yardımsever Batı'ya HAYIR demeyi başarmış Yunan kardeşlerime ithaf edilmiştir!)
GİTTİM,
GÖRDÜM, DÜŞÜNDÜM! 2013-14 tiyatro sezonunun ilk aylarında
bilinçlice bir oyun seçimi yapmadım, gidebildiğim üç oyunu gittim gördüm. Bu üç oyunun da bu sıralar saplantılı konum, meselem haline gelmiş itaat kültürünün
illetlerini sergileyen, zulme, diktaya karşı duran ve düşüncenin özgürlüğünü,
insan haklarını savunan, insanın iktidara karşı dimdik ayakta dururken, hayatta
kalmaya çalışırken, ötekileştirilmesine karşın, aslında iktidarın kendisinin nasıl
da zalim öteki oluverişini sergileyen metinler olduğunun far ettim. Bu dört
oyunun ana ekseni, insanın varoluşundan beri hep aradığı, belki de olduğuna hiç
inanmadığımız bir kavram: ADALET.
Sevgili dostum Sunay Akın’ın bir şiiri ile
başlayayım öyleyse:
Teraziyi tutan zavallı kadın
gözleri bağlı olduğu için
kendisine tecavüz edenin
Resim: Gürbüz Doğan Ekşioğlu
1. SOCRATES ŞİMDİ! (Sokrates'in Savunması (Antik
Yunanca: Άπολογία Σωκράτους, Apología Sokrátus) Yönetmen ve
İngilizce çevirisi: Loukas Skipitaris & Yannis Simonides. Modern Yunanca’ya
çeviri: Electra Andreadi.
İstanbul doğumlu, Yunan asıllı, Emmy ödüllü 70
yaşındaki Amerikalı oyuncu Yannis Simonides’i Tophane-Karaköy arasında gizli
mimari güzellik Galata Rum Okulu’ndaki gösterisinde iki saat boyunca hayranlıkla
izledik. Helen kültürünü dünyaya tanıtmak amacı ile kurulmuş kâr amacı gütmeyen
bir kuruluş olan Elliniko Theatro’nun sunduğu ve Türkiye’den de birçok kuruluş
ve kişinin maddi manevi desteği ile gelen Simonides, Socrates
Şimdi’yi 15 farklı ülkede 300 kereden fazla sahnelemiş. Platon’un ölümsüz yapıtını sergilerken
Simonides sabit ışıklar altında yükseltilmiş bir sahneye seyircinin arasından
yüzünde Sokrates maskesi yüzündeyken çıktı, üzerinden Yunan tüniğini ve maskeyi
sahne ortasındaki koltuğa “maskenin yüzü” seyirciye bakacak şekilde yerleştirdi
ve başladı savunmasını yapmaya, Yannis’in yazlık kılığında (Tasarım: Theoni V. Andreadi). Yannis konuştu, Yannis
güldü, Yannis yer yer dokunaklı ve komik oldu, sahneye ara ara çıktı, eski
evrak göstermeye, suyunu içmeye; sonra, seyircilerin arasında dolaştı ve nerede
durup konuşursa konuşsun Patrik’ten tutun da okul duvarı üzerine tünemiş
öğrencilere varana kadar seyirci ile göz göze gelerek dile getirdi meramını.
İnsandı, düşünür, filozof edalı hiç değildi. Hele hele, bizim sosyalist
oyunculukta dize getirilemez, boyun eğmez, hep dimdik ayakta imrenilesi mağrur
asi savaşçı hiç değildi. Fakat özür
dileyen, pişman, iktidarın affına sığınan acz içindeki ‘suçlu’ hiç değildi.
Bilinen bir gerçek vardır ki Socrates’in Savunması
bir argümantasyon başyapıtıdır, Sokrates, eski Yunanca’da Apologia sözcüğünün
sanıldığı gibi “özür dileme” anlamına gelmediğinden ve niyetinin de iktidarın
“affına sığınmak” olmadığından, Shakespeare eserlerindekine benzer, söz gelimi,
Antonius’un “Brutus hain değildir” konuşmasındaki gibi güçlü durum ironilerini
söze döken bir metindir. Kinayelere dayalı sözel argümantasyon sanatı belki
Shakespeare’de çok güçlü öne çıkarsa da, Socrates’in bir şehir devleti
Atina’nın demokratik yönetimi tarafından o kentin (devletin) tanrılarına
inanmıyor, gençleri de bu fikirleri ile zehirliyor iddiası ile Melos tarafından
suçlanması ve idamının istenmesi üzerine kurulu, daha başından insan haklarına,
özgürlüklerine aykırı ve dogmanın ya da iktidarın gücünü düşünen, düşündüren
karşı nasıl kullanabildiğine, ötekileştirme üzerine kurulu iktidar
koltuğundakilerin düşünen insan karşısında nasıl da acizleştiğini
sergileyebilen müthiş bir metindir.
Bellekten gelen koşullanmadan, alışkanlıktan olsa
gerek, bu insan Socrat’ı önce yadırgadım. Sonra, “Sokrat, hepimiz, herhangi
birimiz olabiliriz” imasını sevdim.
Simonides de, Murat Gültekin’in yaptığı Türkçe
çeviri düzenlemesi üst yazı olarak geçen sunumunda Meletos gibi onu
suçlayanlara da hitap eder. Erdemlilik savunması boyunca, bilmiyor gibi
yapışında da kendisini gösteriyor ve o “Bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey
bilmediğimdir” özlü sözü de oyunun bir yerinde duvara yansıyor. Aynı duvara
Tanrı sözcüğü de yansıyınca haliyle ölüm simgesi duvar üzerinde ya da izleyenin
belleğinde Sokrat’ın tanrısal sözlerinin kalıcılığı, zalim iktidarın
adaletsizliği karşısında boyun eğmemek gerektiğinin “sophos” ile aynı kapıya
çıktığı bilincini de kavrayıveriyorsunuz. Okul içinde sunulan bu savunma,
haliyle Sokrat-Platon ilişkisinde olduğu gibi, Yannis-biz bağlamında da
hoca-öğrenci dinletisine dönüşüveriyor. Devlet adamlarına, zanaatkârlara,
kanunlara uyan gençlere hitaben, soru-cevap şeklinde konuşan, bu diyalektik
tavrını hiç bırakmayan, hepimizi erdemli olmaya davet ederken dokunaklı
tonlarda, kimi zaman da öfke ile ayağını yere vurarak, gülerek, şaşırıp ağzını
eliyle hayret edercesine kapatarak bizden biri oldu ve tüm seyirciler Yannis’i
bir süre sonra izlemedi de bilinçaltından gelen dürtülerle, adalete susamışlık
dürtüsü ile koltukta bırakılan maskeyi giydik ve Sokrat olduk biz konuştuk.
“Beni ben olduğum için mahkûm eden siz aslında
kendinizi mahkûm ediyorsunuz” derken hem antagonizma illetine dikkat çekiyordu,
hem de, bu kez bizim kendimizi hakkaniyetsiz iftiracı politikacılar yerine
koymamıza da sebep oluyordu. Aslında gelecekte iktidardakilerin başına gelecek
bir yanlışa karşı onları da savunuyordu. Asıl olan “Ben haklıyım, sen haksızsın”
iddialaşması değil de, adaletin katıksız yerine getirilişi ve bireyin özgürlüğü
doğrultusunda yargıdan muaf olması gerekliliği, hiçbir iktidarın insana kendi doğrularını
dayatma hakkı olmadığı idi. Bu bilinç halinin rahatsız ediciliği, bu farkındalık,
Batı edebiyatında (örneğin, E. M.
Forster’ın Hindistan’a Geçit ya da
Harold Pinter oyunlarındaki sessizlikler gibi) sıklıkla karşımıza çıkan at
sineği mecazı ile de dile geldi:
Yannis Simonides, şimdi İstanbullu bir Amerikan
vatandaşı ama Sokrates şimdi ve her zaman her yere ait. İki saat sahnede kaldıktan sonra bir o kadar
da seyircinin sorularını yanıtlayan Simonides, “Oyunun adını neden Sokrates Şimdi koydunuz da Sokrates Her zaman demediniz?” sorusuna verdiği yanıtta dedi ki “çünkü şimdi burada
nerede çatışma, haksızlık, adaletsizlik varsa, orada Sokrates ile özdeşleşip bu
savunmayı gündeme getirmek gerekir.”
2.
HIDRELLEZ (İBŞT) UMUDUN YOLU AÇIK OLSUN
Devletin tiyatro salonlarında sahnelenen oyunların
“genel ahlâk kurallarına uygun olması” koşulunu dayatması üzerine oyunun
metninde polis tarafından aranan devrimci oğlan ile Roman kızın oyun sonuna
doğru sevişmiş olması oyundan çıkarılmış ve iki sevgilinin birlikte bir şeyler
yaşamış olabileceği iması bırakılmıştı. Bu not ile başlayayım ki oyunun
Hıdrellez ritüelleri ile, coşkusu ile ilgili oluşu ardında, o ritüellerdeki dileklerin
gerçek olması için tutulan niyetlere bu değişiklik pek uygun değilmiş gibi
görünse de ahlâk kumkuması hükümetin dayattığı karar ile yönetmenin bulduğu
çözüm, oyunun finali biz izleyenlerin “buna da şükür” diyerek elde kalanla
yetinmemiz gerekmediğini, istendiğinde sanatçının belki daha da etkili bir
final bulup seyircinin önünde, iktidara, zulme karşı daha güçlü bir direniş
resmi çizebileceğini kanıtlamış. Bu açıdan, oyun metnini değiştirmiş diye
kınamak yerine, başta yönetmen Ali Yaylı ve bütün ekibe “Bravo bulduğunuz çözüme!”
diyerek başlamak istiyorum.
Hıdrellez,
umutsuzca ümit eden bir oyun. Firuze Engin’in DTCF Tiyatro Bölümü’nde
öğrenciyken yazdığı metin değme usta yazarların yapıtlarına taş çıkartır. En
İyi Müzik (Balık Ayhan, Emrah Can Yaylı, Ozan Tura), En İyi Yönetim (Ali Yaylı), En İyi Koreografi (Ahmet Öğren) ve
En İyi Oyun başta olmak üzere birçok ödüle aday olacağından kuşku duymadığım Hıdrellez, oyunculukta da çok iyiydi.
Önce toplu oyunculuk göz dolduruyor gibi geldiyse de kısa sürede Tinke aba rolü
ile Elçin Atamgüç bu yıl bütün jürilerin En İyi Kadın Oyuncu ödülüne aday
olacak, bu kesin. Erkek oyunculardan da bana ve konuştuğum izleyicilere göre
Hüseyin rolü ile Engin Akpınar’ın ‘sahici’ oyunculuğu, oynamıyormuş gibi
oynaması (hem sözel, hem danslı yerlerde) başroldü. Yardımcı rollerde ise Gurbet
(Özgür Dağ), Kıpti (Reha Kadak) seyirciden en çok alkış alanlar arasındaydı
fakat ben yardımcı rollerde oyunun bestesine de imza atan Tipitip rolü ile
Emrah Can Yaylı’nın ille de sahici oyunculuğuna da bayıldım. Seyirciye
oynamadan yaşıyordu, gerçek Roman sandım. Belki de öyledir.
Sahnenin seyirciye göre sol tarafında toparlanmış
kadın oyuncuların da yer yer Macbeth’deki cadılar, zaman zaman da dedikoducu
koro gibi işlev görmesi, ara sıra bu hallerinden çıkıp bireysel olarak da insan
(imkânsız aşka kapılan kadın gibi) rollerine girivermeleri de oyunun iyi
düşünülmüş yanlarındandı.
Oyun, başlangıç sahnelerinde biraz sallanıyor gibi
gelebilirse de daha sonra hızlanıyor, ritmini, ivmesini kazanıyor ve
ötekileştirdiklerimizin güzelliklerine kaptırıyorsunuz kendinizi. Her oyuncunun
Roman ağzını zamanla daha iyi oturtacağını ümit ederim. “Abe, abeyaa!” klişelerini daha tasarruflu
kullanabilirler. Finalde Seyyal’in ağlama sahnesinde de derdini içine atarak
ağlamasını yeğlerdim. Seyirciye ve
alkışa teşne esprilerde de tasarruf yapılabilir çünkü çok komik sahnelerden çok
dokunaklı finale gidişata inanmakta güçlük çekebilir izleyici. İlle de
eleştirecek bir şey arayanlar için bu kadarcık söyleyeyim.
Ama o son dans için, o yüzlerden düşen bin parça son
dans için bile yerinizi şimdiden ayırtıp gitmeniz gereken bir oyun. Sadece
Romanların değil, hepimizin namuslu, erdemli ve halkı için saklanmadan çalışan
insanlar olduğumuz, olabileceğimiz iması ile devrimcinin yanında olmamız
gerekliliğini savunan bu metni birçok seyirci gibi ayakta alkışlayacaksınız.
Topyekûn bütün mahalle, tüm romanlar dertlerini
içine atıp bir oynadılar, pir oynadılar. Yüzlerinde zerre mutluluk yok, ama
çalıp dans ediyorlar. Bu sahne oyunun finaldeki en doğru kararı idi. Bütün ekibi, emeği geçen herkesi bu görsel ve
düşünsel ziyafet için bir kez daha yürekten kutlarım. Hıdrellez, Charlie Chaplin’in şu özdeyişi ile
de haklı olduğunu bir kez daha kanıtlamış da oldu:
“İnsanlar, ölmeyi bildikleri sürece özgürlük yok
olmayacaktır.” Gezi direnişi ardından bir kez daha anladığımız bu doğruyu, bu
oyun ile pekiştirdik.
3.
HER DEVRİN ARKA CEBİNDEKİ AYNA: Trans Kimlikliler
Evet, insanlar ölmeyi bildikleri sürece özgürlük yok
olmayacaktır, sözü çok doğru. Chaplin, onursuzca yaşamakta ısrar etmek yerine,
Sokrat gibi, Hıdrellez’deki devrimci Ali gibi ölümü göze almalılar ki insanlık
onuru dimdik ayakta dursun. Gel gör ki, öyle bir “öteki” var ki, her devrin
öteki, her siyasi duruşun antagonisti: Trans kimlikli vatandaşlarımız. Bu
yüzden işte, onları fallomorfik toplumun arka cebinde taşıdığı, üzerinde de
horoz resmi bulunan o ‘yuvarlak’ aynalara benzetiyorum. Kendimizi aldatmak için
arkacepten çıkarıp yüzümüze baktığımız, bizi “onlara karşın” kendimize daha iyi
gösteren aynalar, sıklıkla ve vahşice öldürülüyor olmalarına karşın, her
dönemde asıl ölmeyi bilmekle değil, hayatta kalabilmeyi başarabilmekle de özgür
olabileceklerini, üstelik sadece kendilerinin değil, hepimizin özgürlüğünün
aslında onların önce özgürleşmesinden geçtiğini de anlamamız için sahnedeydiler.
MEKANARTI ve 80’lerde Lubunya Olmak
ekibini de ayakta alkışladık. Oyunculukta ise bütün ekip iyiydi ama ille de
Elit Çam’ın doğal oyunculuğuna kaptırdım kendimi. Belki o seyirci ile diyalogu
daha iyi kotardığı için. Dört farklı trans karakterin farklı kişiliklerde
çizilmiş olabileceğini de göz önüne alalım tabii ki.
Ufuk Tan Altunkaya,
İzmir’de faaliyet gösteren Pembe
Siyah Üçgen Derneği’nin 2012 yılında yayımladığı aynı adlı kitaptan uyarlayıp
yönetmiş oyunu. Dört trans kimlikli sahne ‘sanatçı’ bize gece kulübünde
gerçekten de trans kimlikli kötü şarkıcıları, şarkıcı olmaktan başka
seçenekleri olmayan, ama tecavüz, şiddet, işkence, her çeşit rezilliğe maruz
kalan insanlarımızın dramlarını ‘izlediğimizi’ gerçekten de o meyhaneye
dönüştürülmüş tiyatro salonunda ‘izlettirerek’ çifte kavrulmuş bir uyanış
süreci yaşatıyorlar. Bu öykülere yabancı olmayabilirsiniz, ama haberlerde
kurban, filmlerde eğlencelik figüran olarak izlediğimiz bu insanlar, tiyatro
salonunda eğlendirirken öyle bir canınızı yakıyorlar ki onlar için hiçbir şey
yapmamış, yapmıyor, yapmayacak olmanın bilinci ile, hatta onların böyle kurban
edilişleri sayesinde biraz da bugünkü tuzu kuru hayatımızı sürdürdüğümüz
bilinci ile rahatsız çıkıyorsunuz yokuşu, Harbiye’ye, o trans vatandaşların
seks işçiliğine itildikleri, “lâyık görüldükleri” mekâna. (Horozlu ayna, bu
yüzden).
Bu ne ironidir, “-mış gibilik” özünde yatan tiyatro
sanatının bir örneğini katarsis’e teslim olmadan çıktığınız yetmiyormuş gibi
salondan, kendinizi doğrudan doğruya o namlı sokaklarda buluveriyorsunuz.
Güldüğünüz, dokunaklı bulduğunuz ironik haller, ansızın kaderin cilvesi
(yazgısal ironi) oluveriyor, anlayana. Bütün ekibi yürekten kutlarım,
kaçırmayın bu oyunu da. Lubunya olmak ne demekmiş, onu da siz bir zahmet
araştırıverin.
Üç oyunda da, konuşmacıların hepsi, tıpkı Sokrat’ın
dediği gibi, gerçeği konuşmak görevlerini fazlası ile yerine getiriyorlar.
Yargılama ve yargılanma, ya ayan beyan, ya da gizli, üstü örtük üç oyunda da
var. Ötekileştirme meziyetimizin özünde bu yatıyor, farkına varıyoruz, bir kez
daha.
Ötekileştirdiğimiz insanların da acı ile pişip yanmaları, bilgeliği acılardan geçerek kazanmaları da bu oyunların ortak noktalarından belki de en önemlisi. İnsan yeterince acı çekmediği için acı çekermiş ya, üç oyun da bunu kanıtlıyor, örnekliyor. Sokrat da, romanlar da, trans kimlikliler de Sophos (hikmet, ilim) sahibi insanlar oluyorlar oyunların sonunda. Ötekileşme orada son buluyor, hepsine imreniyorsunuz çünkü size bilmediğinizi, unutmayı yeğlediğinizi, görmezden gelerek mutlu olmayı yeğlediğiniz gerçekleri görerek de asi duruşunuzla yine mutlu olabileceğinizi bir kez daha anımsatıyorlar.
Ötekileştirdiğimiz insanların da acı ile pişip yanmaları, bilgeliği acılardan geçerek kazanmaları da bu oyunların ortak noktalarından belki de en önemlisi. İnsan yeterince acı çekmediği için acı çekermiş ya, üç oyun da bunu kanıtlıyor, örnekliyor. Sokrat da, romanlar da, trans kimlikliler de Sophos (hikmet, ilim) sahibi insanlar oluyorlar oyunların sonunda. Ötekileşme orada son buluyor, hepsine imreniyorsunuz çünkü size bilmediğinizi, unutmayı yeğlediğinizi, görmezden gelerek mutlu olmayı yeğlediğiniz gerçekleri görerek de asi duruşunuzla yine mutlu olabileceğinizi bir kez daha anımsatıyorlar.
Bu bilince, bu farkındalığa varmaktır gerçek
‘temizlik’, gerçek ‘arınma’. İyi sanatçı
bunu bilir.
Biliyor ki, üç oyunda da aynı gerçeğe dikkat
çekilmiş: “Beni ben olduğum için mahkûm eden siz aslında kendinizi mahkûm
ediyorsunuz”.
Sokrates,
savunmasının sonunda yargılayanları Tanrı’ya havale ederken ve mutlak tek güç
tanırken şöyle der:
“Ayrılma
saati geldi ve kendi yollarımıza gidiyoruz—ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisinin
daha iyi olduğunu yalnızca Tanrı bilir.”
Yolsuzluk
dosyalarının havalarda uçuştuğu bugünlerde, bu da züğürt tesellisi olabilir. Ne
Sokrates’in, ne devrimcilerin, ne Romanların, ne asker çizmeleri altında
inleyenlerin ne de her devrin ‘kullanılıp atılası arka cep aynası’ travestiler ya da tüm LGBTTİ kimlikliler bu
ötekileştirmeden kurtulabilmişlerdir.
Tiyatro
ve bağımsız sanat yapılabilen her yerde sanatçılar bunun farkında ve hep
zalimin zulmüne karşı başkaldırı görevlerini, itaat kültürüne boyun eğmeme
zihniyetlerini, gerekirse bahşedilen para yardımlarını bile geri çevirerek
gösterebiliyorlar.
Şiir ile
başladım, Emily Dickinson’ın, alıntılamaya doyamadığım bir şiiri ile de
bitireyim. ADALETSİZLİK ile DELİLİK arasında kurduğu bağ ile bitireyim çünkü
onun da fark ettiği gibi sanatçının, sanatçının fikirlerinin, hayal gücünün
zapt edilesi yok. Zapt edilmeye niyeti hiç yok! Olmasın da. Öyleyse yaşasın
tiyatro, yaşasın sanat!
Zırdeliktir
en kutsal Duyu
Gören
göze –
Zırduyu
– cıscıbıl Delilik—
Bunda
hüküm süren—
Herkesmişcesine,
Çoğunluktur—
Uy—aklın
başındadır—
Uyma—düpedüz
tehlikelisindir—
Ve
Zincirle zaptedilesi—
Türkçesi:
Yusuf Eradam
İstanbul Kültür Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı
Kaynakça:
Engin, Firuze. Hıdrellez (2006).
Platon
(2006). Sokrates’in Savunması, (Çev.
E. Gören), Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
Platon
(2001). Sokrates’in Savunması ve
Şölen, (Çev. C. Eyi), Gün Yayıncılık, İstanbul
Riggins,
Stephen Harold. (1997) The Language and Politics of Exclusion. Others in
Discourse. Thousand Oaks:Sage Publications.