11 Temmuz 2015 Cumartesi

ZALİMİN ZULMÜ VARSA...

ZALİMİN ZULMÜ VARSA...
(Emperyalist yardımsever Batı'ya HAYIR demeyi başarmış Yunan kardeşlerime ithaf edilmiştir!)


GİTTİM, GÖRDÜM, DÜŞÜNDÜM! 2013-14 tiyatro sezonunun ilk aylarında bilinçlice bir oyun seçimi yapmadım, gidebildiğim üç oyunu gittim gördüm. Bu üç oyunun da bu sıralar saplantılı konum, meselem haline gelmiş itaat kültürünün illetlerini sergileyen, zulme, diktaya karşı duran ve düşüncenin özgürlüğünü, insan haklarını savunan, insanın iktidara karşı dimdik ayakta dururken, hayatta kalmaya çalışırken, ötekileştirilmesine karşın, aslında iktidarın kendisinin nasıl da zalim öteki oluverişini sergileyen metinler olduğunun far ettim. Bu dört oyunun ana ekseni, insanın varoluşundan beri hep aradığı, belki de olduğuna hiç inanmadığımız bir kavram: ADALET.

Sevgili dostum Sunay Akın’ın bir şiiri ile başlayayım öyleyse:

Teraziyi tutan zavallı kadın
gözleri bağlı olduğu için
kendisine tecavüz edenin
kim olduğunu göremedi.



Resim: Gürbüz Doğan Ekşioğlu

1. SOCRATES ŞİMDİ! (Sokrates'in Savunması (Antik Yunanca: Άπολογία Σωκράτους, Apología Sokrátus) Yönetmen ve İngilizce çevirisi: Loukas Skipitaris & Yannis Simonides. Modern Yunanca’ya çeviri: Electra Andreadi.

İstanbul doğumlu, Yunan asıllı, Emmy ödüllü 70 yaşındaki Amerikalı oyuncu Yannis Simonides’i Tophane-Karaköy arasında gizli mimari güzellik Galata Rum Okulu’ndaki gösterisinde iki saat boyunca hayranlıkla izledik. Helen kültürünü dünyaya tanıtmak amacı ile kurulmuş kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olan Elliniko Theatro’nun sunduğu ve Türkiye’den de birçok kuruluş ve kişinin maddi manevi desteği ile gelen Simonides,  Socrates Şimdi’yi 15 farklı ülkede 300 kereden fazla sahnelemiş.  Platon’un ölümsüz yapıtını sergilerken Simonides sabit ışıklar altında yükseltilmiş bir sahneye seyircinin arasından yüzünde Sokrates maskesi yüzündeyken çıktı, üzerinden Yunan tüniğini ve maskeyi sahne ortasındaki koltuğa “maskenin yüzü” seyirciye bakacak şekilde yerleştirdi ve başladı savunmasını yapmaya, Yannis’in yazlık kılığında (Tasarım:  Theoni V. Andreadi). Yannis konuştu, Yannis güldü, Yannis yer yer dokunaklı ve komik oldu, sahneye ara ara çıktı, eski evrak göstermeye, suyunu içmeye; sonra, seyircilerin arasında dolaştı ve nerede durup konuşursa konuşsun Patrik’ten tutun da okul duvarı üzerine tünemiş öğrencilere varana kadar seyirci ile göz göze gelerek dile getirdi meramını. İnsandı, düşünür, filozof edalı hiç değildi. Hele hele, bizim sosyalist oyunculukta dize getirilemez, boyun eğmez, hep dimdik ayakta imrenilesi mağrur asi savaşçı hiç değildi.  Fakat özür dileyen, pişman, iktidarın affına sığınan acz içindeki ‘suçlu’ hiç değildi.

Bilinen bir gerçek vardır ki Socrates’in Savunması bir argümantasyon başyapıtıdır, Sokrates, eski Yunanca’da Apologia  sözcüğünün sanıldığı gibi “özür dileme” anlamına gelmediğinden ve niyetinin de iktidarın “affına sığınmak” olmadığından, Shakespeare eserlerindekine benzer, söz gelimi, Antonius’un “Brutus hain değildir” konuşmasındaki gibi güçlü durum ironilerini söze döken bir metindir. Kinayelere dayalı sözel argümantasyon sanatı belki Shakespeare’de çok güçlü öne çıkarsa da, Socrates’in bir şehir devleti Atina’nın demokratik yönetimi tarafından o kentin (devletin) tanrılarına inanmıyor, gençleri de bu fikirleri ile zehirliyor iddiası ile Melos tarafından suçlanması ve idamının istenmesi üzerine kurulu, daha başından insan haklarına, özgürlüklerine aykırı ve dogmanın ya da iktidarın gücünü düşünen, düşündüren karşı nasıl kullanabildiğine, ötekileştirme üzerine kurulu iktidar koltuğundakilerin düşünen insan karşısında nasıl da acizleştiğini sergileyebilen müthiş bir metindir.

Bellekten gelen koşullanmadan, alışkanlıktan olsa gerek, bu insan Socrat’ı önce yadırgadım. Sonra, “Sokrat, hepimiz, herhangi birimiz olabiliriz” imasını sevdim.

Simonides de, Murat Gültekin’in yaptığı Türkçe çeviri düzenlemesi üst yazı olarak geçen sunumunda Meletos gibi onu suçlayanlara da hitap eder. Erdemlilik savunması boyunca, bilmiyor gibi yapışında da kendisini gösteriyor ve o “Bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir” özlü sözü de oyunun bir yerinde duvara yansıyor. Aynı duvara Tanrı sözcüğü de yansıyınca haliyle ölüm simgesi duvar üzerinde ya da izleyenin belleğinde Sokrat’ın tanrısal sözlerinin kalıcılığı, zalim iktidarın adaletsizliği karşısında boyun eğmemek gerektiğinin “sophos” ile aynı kapıya çıktığı bilincini de kavrayıveriyorsunuz. Okul içinde sunulan bu savunma, haliyle Sokrat-Platon ilişkisinde olduğu gibi, Yannis-biz bağlamında da hoca-öğrenci dinletisine dönüşüveriyor. Devlet adamlarına, zanaatkârlara, kanunlara uyan gençlere hitaben, soru-cevap şeklinde konuşan, bu diyalektik tavrını hiç bırakmayan, hepimizi erdemli olmaya davet ederken dokunaklı tonlarda, kimi zaman da öfke ile ayağını yere vurarak, gülerek, şaşırıp ağzını eliyle hayret edercesine kapatarak bizden biri oldu ve tüm seyirciler Yannis’i bir süre sonra izlemedi de bilinçaltından gelen dürtülerle, adalete susamışlık dürtüsü ile koltukta bırakılan maskeyi giydik ve Sokrat olduk biz konuştuk.

“Beni ben olduğum için mahkûm eden siz aslında kendinizi mahkûm ediyorsunuz” derken hem antagonizma illetine dikkat çekiyordu, hem de, bu kez bizim kendimizi hakkaniyetsiz iftiracı politikacılar yerine koymamıza da sebep oluyordu. Aslında gelecekte iktidardakilerin başına gelecek bir yanlışa karşı onları da savunuyordu. Asıl olan “Ben haklıyım, sen haksızsın” iddialaşması değil de, adaletin katıksız yerine getirilişi ve bireyin özgürlüğü doğrultusunda yargıdan muaf olması gerekliliği, hiçbir iktidarın insana kendi doğrularını dayatma hakkı olmadığı idi. Bu bilinç halinin rahatsız ediciliği, bu farkındalık, Batı edebiyatında  (örneğin, E. M. Forster’ın Hindistan’a Geçit ya da Harold Pinter oyunlarındaki sessizlikler gibi) sıklıkla karşımıza çıkan at sineği mecazı ile de dile geldi:  

“Ben Tanrı’nın devletin başına musallat ettiği at sineğiyim.”

Yannis Simonides, şimdi İstanbullu bir Amerikan vatandaşı ama Sokrates şimdi ve her zaman her yere ait.  İki saat sahnede kaldıktan sonra bir o kadar da seyircinin sorularını yanıtlayan Simonides, “Oyunun adını neden Sokrates Şimdi koydunuz da Sokrates Her zaman demediniz?” sorusuna  verdiği yanıtta dedi ki “çünkü şimdi burada nerede çatışma, haksızlık, adaletsizlik varsa, orada Sokrates ile özdeşleşip bu savunmayı gündeme getirmek gerekir.”



2. HIDRELLEZ (İBŞT) UMUDUN YOLU AÇIK OLSUN

Devletin tiyatro salonlarında sahnelenen oyunların “genel ahlâk kurallarına uygun olması” koşulunu dayatması üzerine oyunun metninde polis tarafından aranan devrimci oğlan ile Roman kızın oyun sonuna doğru sevişmiş olması oyundan çıkarılmış ve iki sevgilinin birlikte bir şeyler yaşamış olabileceği iması bırakılmıştı. Bu not ile başlayayım ki oyunun Hıdrellez ritüelleri ile, coşkusu ile ilgili oluşu ardında, o ritüellerdeki dileklerin gerçek olması için tutulan niyetlere bu değişiklik pek uygun değilmiş gibi görünse de ahlâk kumkuması hükümetin dayattığı karar ile yönetmenin bulduğu çözüm, oyunun finali biz izleyenlerin “buna da şükür” diyerek elde kalanla yetinmemiz gerekmediğini, istendiğinde sanatçının belki daha da etkili bir final bulup seyircinin önünde, iktidara, zulme karşı daha güçlü bir direniş resmi çizebileceğini kanıtlamış. Bu açıdan, oyun metnini değiştirmiş diye kınamak yerine, başta yönetmen Ali Yaylı ve bütün ekibe “Bravo bulduğunuz çözüme!” diyerek başlamak istiyorum.

Hıdrellez, umutsuzca ümit eden bir oyun. Firuze Engin’in DTCF Tiyatro Bölümü’nde öğrenciyken yazdığı metin değme usta yazarların yapıtlarına taş çıkartır. En İyi Müzik (Balık Ayhan, Emrah Can Yaylı, Ozan Tura), En İyi Yönetim  (Ali Yaylı), En İyi Koreografi (Ahmet Öğren) ve En İyi Oyun başta olmak üzere birçok ödüle aday olacağından kuşku duymadığım Hıdrellez, oyunculukta da çok iyiydi. Önce toplu oyunculuk göz dolduruyor gibi geldiyse de kısa sürede Tinke aba rolü ile Elçin Atamgüç bu yıl bütün jürilerin En İyi Kadın Oyuncu ödülüne aday olacak, bu kesin. Erkek oyunculardan da bana ve konuştuğum izleyicilere göre Hüseyin rolü ile Engin Akpınar’ın ‘sahici’ oyunculuğu, oynamıyormuş gibi oynaması (hem sözel, hem danslı yerlerde) başroldü. Yardımcı rollerde ise Gurbet (Özgür Dağ), Kıpti (Reha Kadak) seyirciden en çok alkış alanlar arasındaydı fakat ben yardımcı rollerde oyunun bestesine de imza atan Tipitip rolü ile Emrah Can Yaylı’nın ille de sahici oyunculuğuna da bayıldım. Seyirciye oynamadan yaşıyordu, gerçek Roman sandım. Belki de öyledir.

Sahnenin seyirciye göre sol tarafında toparlanmış kadın oyuncuların da yer yer Macbeth’deki cadılar, zaman zaman da dedikoducu koro gibi işlev görmesi, ara sıra bu hallerinden çıkıp bireysel olarak da insan (imkânsız aşka kapılan kadın gibi) rollerine girivermeleri de oyunun iyi düşünülmüş yanlarındandı.

Oyun, başlangıç sahnelerinde biraz sallanıyor gibi gelebilirse de daha sonra hızlanıyor, ritmini, ivmesini kazanıyor ve ötekileştirdiklerimizin güzelliklerine kaptırıyorsunuz kendinizi. Her oyuncunun Roman ağzını zamanla daha iyi oturtacağını ümit ederim.  “Abe, abeyaa!” klişelerini daha tasarruflu kullanabilirler. Finalde Seyyal’in ağlama sahnesinde de derdini içine atarak ağlamasını yeğlerdim.  Seyirciye ve alkışa teşne esprilerde de tasarruf yapılabilir çünkü çok komik sahnelerden çok dokunaklı finale gidişata inanmakta güçlük çekebilir izleyici. İlle de eleştirecek bir şey arayanlar için bu kadarcık söyleyeyim.

Ama o son dans için, o yüzlerden düşen bin parça son dans için bile yerinizi şimdiden ayırtıp gitmeniz gereken bir oyun. Sadece Romanların değil, hepimizin namuslu, erdemli ve halkı için saklanmadan çalışan insanlar olduğumuz, olabileceğimiz iması ile devrimcinin yanında olmamız gerekliliğini savunan bu metni birçok seyirci gibi ayakta alkışlayacaksınız.

Topyekûn bütün mahalle, tüm romanlar dertlerini içine atıp bir oynadılar, pir oynadılar. Yüzlerinde zerre mutluluk yok, ama çalıp dans ediyorlar. Bu sahne oyunun finaldeki en doğru kararı idi.  Bütün ekibi, emeği geçen herkesi bu görsel ve düşünsel ziyafet için bir kez daha yürekten kutlarım.  Hıdrellez, Charlie Chaplin’in şu özdeyişi ile de haklı olduğunu bir kez daha kanıtlamış da oldu:
“İnsanlar, ölmeyi bildikleri sürece özgürlük yok olmayacaktır.” Gezi direnişi ardından bir kez daha anladığımız bu doğruyu, bu oyun ile pekiştirdik.


3. HER DEVRİN ARKA CEBİNDEKİ AYNA: Trans Kimlikliler

Evet, insanlar ölmeyi bildikleri sürece özgürlük yok olmayacaktır, sözü çok doğru. Chaplin, onursuzca yaşamakta ısrar etmek yerine, Sokrat gibi, Hıdrellez’deki devrimci Ali gibi ölümü göze almalılar ki insanlık onuru dimdik ayakta dursun. Gel gör ki, öyle bir “öteki” var ki, her devrin öteki, her siyasi duruşun antagonisti: Trans kimlikli vatandaşlarımız. Bu yüzden işte, onları fallomorfik toplumun arka cebinde taşıdığı, üzerinde de horoz resmi bulunan o ‘yuvarlak’ aynalara benzetiyorum. Kendimizi aldatmak için arkacepten çıkarıp yüzümüze baktığımız, bizi “onlara karşın” kendimize daha iyi gösteren aynalar, sıklıkla ve vahşice öldürülüyor olmalarına karşın, her dönemde asıl ölmeyi bilmekle değil, hayatta kalabilmeyi başarabilmekle de özgür olabileceklerini, üstelik sadece kendilerinin değil, hepimizin özgürlüğünün aslında onların önce özgürleşmesinden geçtiğini de anlamamız için sahnedeydiler. MEKANARTI ve 80’lerde Lubunya Olmak ekibini de ayakta alkışladık. Oyunculukta ise bütün ekip iyiydi ama ille de Elit Çam’ın doğal oyunculuğuna kaptırdım kendimi. Belki o seyirci ile diyalogu daha iyi kotardığı için. Dört farklı trans karakterin farklı kişiliklerde çizilmiş olabileceğini de göz önüne alalım tabii ki.


Ufuk Tan Altunkaya, İzmir’de faaliyet gösteren Pembe Siyah Üçgen Derneği’nin 2012 yılında yayımladığı aynı adlı kitaptan uyarlayıp yönetmiş oyunu. Dört trans kimlikli sahne ‘sanatçı’ bize gece kulübünde gerçekten de trans kimlikli kötü şarkıcıları, şarkıcı olmaktan başka seçenekleri olmayan, ama tecavüz, şiddet, işkence, her çeşit rezilliğe maruz kalan insanlarımızın dramlarını ‘izlediğimizi’ gerçekten de o meyhaneye dönüştürülmüş tiyatro salonunda ‘izlettirerek’ çifte kavrulmuş bir uyanış süreci yaşatıyorlar. Bu öykülere yabancı olmayabilirsiniz, ama haberlerde kurban, filmlerde eğlencelik figüran olarak izlediğimiz bu insanlar, tiyatro salonunda eğlendirirken öyle bir canınızı yakıyorlar ki onlar için hiçbir şey yapmamış, yapmıyor, yapmayacak olmanın bilinci ile, hatta onların böyle kurban edilişleri sayesinde biraz da bugünkü tuzu kuru hayatımızı sürdürdüğümüz bilinci ile rahatsız çıkıyorsunuz yokuşu, Harbiye’ye, o trans vatandaşların seks işçiliğine itildikleri, “lâyık görüldükleri” mekâna. (Horozlu ayna, bu yüzden).

Bu ne ironidir, “-mış gibilik” özünde yatan tiyatro sanatının bir örneğini katarsis’e teslim olmadan çıktığınız yetmiyormuş gibi salondan, kendinizi doğrudan doğruya o namlı sokaklarda buluveriyorsunuz. Güldüğünüz, dokunaklı bulduğunuz ironik haller, ansızın kaderin cilvesi (yazgısal ironi) oluveriyor, anlayana. Bütün ekibi yürekten kutlarım, kaçırmayın bu oyunu da. Lubunya olmak ne demekmiş, onu da siz bir zahmet araştırıverin.

Üç oyunda da, konuşmacıların hepsi, tıpkı Sokrat’ın dediği gibi, gerçeği konuşmak görevlerini fazlası ile yerine getiriyorlar. Yargılama ve yargılanma, ya ayan beyan, ya da gizli, üstü örtük üç oyunda da var. Ötekileştirme meziyetimizin özünde bu yatıyor, farkına varıyoruz, bir kez daha. 

Ötekileştirdiğimiz insanların da acı ile pişip yanmaları, bilgeliği acılardan geçerek kazanmaları da bu oyunların ortak noktalarından belki de en önemlisi. İnsan yeterince acı çekmediği için acı çekermiş ya, üç oyun da bunu kanıtlıyor, örnekliyor. Sokrat da, romanlar da, trans kimlikliler de Sophos (hikmet, ilim) sahibi insanlar oluyorlar oyunların sonunda. Ötekileşme orada son buluyor, hepsine imreniyorsunuz çünkü size bilmediğinizi, unutmayı yeğlediğinizi, görmezden gelerek mutlu olmayı yeğlediğiniz gerçekleri görerek de asi duruşunuzla yine mutlu olabileceğinizi bir kez daha anımsatıyorlar.

Bu bilince, bu farkındalığa varmaktır gerçek ‘temizlik’, gerçek ‘arınma’.  İyi sanatçı bunu bilir.
Biliyor ki, üç oyunda da aynı gerçeğe dikkat çekilmiş: “Beni ben olduğum için mahkûm eden siz aslında kendinizi mahkûm ediyorsunuz”.
Sokrates, savunmasının sonunda yargılayanları Tanrı’ya havale ederken ve mutlak tek güç tanırken şöyle der:

“Ayrılma saati geldi ve kendi yollarımıza gidiyoruz—ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisinin daha iyi olduğunu yalnızca Tanrı bilir.”
Yolsuzluk dosyalarının havalarda uçuştuğu bugünlerde, bu da züğürt tesellisi olabilir. Ne Sokrates’in, ne devrimcilerin, ne Romanların, ne asker çizmeleri altında inleyenlerin ne de her devrin ‘kullanılıp atılası arka cep aynası’  travestiler ya da tüm LGBTTİ kimlikliler bu ötekileştirmeden kurtulabilmişlerdir.
Tiyatro ve bağımsız sanat yapılabilen her yerde sanatçılar bunun farkında ve hep zalimin zulmüne karşı başkaldırı görevlerini, itaat kültürüne boyun eğmeme zihniyetlerini, gerekirse bahşedilen para yardımlarını bile geri çevirerek gösterebiliyorlar.

Şiir ile başladım, Emily Dickinson’ın, alıntılamaya doyamadığım bir şiiri ile de bitireyim. ADALETSİZLİK ile DELİLİK arasında kurduğu bağ ile bitireyim çünkü onun da fark ettiği gibi sanatçının, sanatçının fikirlerinin, hayal gücünün zapt edilesi yok. Zapt edilmeye niyeti hiç yok! Olmasın da. Öyleyse yaşasın tiyatro, yaşasın sanat!

Zırdeliktir en kutsal Duyu
Gören göze –
Zırduyu – cıscıbıl Delilik—
Bunda hüküm süren—
Herkesmişcesine, Çoğunluktur—
Uy—aklın başındadır—
Uyma—düpedüz tehlikelisindir—
Ve Zincirle zaptedilesi—

Türkçesi: Yusuf Eradam
İstanbul Kültür Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı

Kaynakça:
Engin, Firuze. Hıdrellez (2006).
Platon (2006). Sokrates’in Savunması, (Çev. E. Gören), Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
Platon (2001). Sokrates’in Savunması ve Şölen, (Çev. C. Eyi), Gün Yayıncılık, İstanbul 
Riggins, Stephen Harold. (1997) The Language and Politics of Exclusion. Others in Discourse. Thousand Oaks:Sage Publications.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder