Girişteki Türkçe'ye hayran oldunuz biliyorum; lakin, yakın zamanda Türkçemizdeki gelişmeler yüzünden daha çok 'tuhaf' Türkçe bilene hitap edebilmek, reytinK, tirajj veya tıklanma rekorları hatırına yedim bu naneyi.
Yoksa, dilime saygımdan böyle bozarım dilimi ben. Bilen bilir, bilmeyen bir tutam mercimek sanır.
Hop diye karar verip, hop diye atlamalı baĞzen bir araca (hop on!) ve alıp başını gitmeli, kader kısmet deyip. İnivermeli bir yerlerde (hop off!), gezivermeli, görüvermeli, aa onlar da bizim gibiler, insanlar deyivermeli, sevivermeli.
Yanınıza sevdiğiniz birini almalı, birilerini de katmalı güzele, iyiye; anam, ilk öğretmenimden öğrendim üleşmeyi (paylaşmanın Borcası).
Üleşmeden tadı olmuyor hiçbir şeyin. Yalnızlığınızı perçinliyor tek başına tüketmek bir şeyi. Hayatın tadı gibi, tanımı gibi işte.
Beykoz'da bir inşaat damında ekmeği üleşen bu iki işçi görüntüsünü koynuma alıp yatasım gelir. Vahşi kapitalizme işçi dayanışmasından panzehir.
Zamanı dondurmaya bir fotoğraf yetmeyince, binlercesini çekmek üzere yola düşmek zamanı gelir.
&&&
Cruz, kruz, penelope cruz değil, bildiğiniz gemi ile gezi: Cruise.
O kocaman gemiler penceremin önüne gelip park ediyor, benim içim gidiyor.
Darüşşafaka'daki yatılı okul (Çarşamba, Fatih) penceremden de Haliç görünürdü, sabah 3, 4 gibi uyanır, Haliç'e demirlemiş gemilerin ortadan açılan Galata Köprüsü'nden geçip enginlere açılışını derin iç çekişlerle izlerdim.

O gemide ah ben de olsaydım diye düşlerdim. Yıl 1965-68 arası. Ortaokul binasının en üst katı yatakhane.
Ee, cepte hazır yenecek para olmayınca, karınca misali çalıştık, geldik 2013 yılına ve ancak bir hafta sürecek Yunan Adaları turu gerçek oldu. Hop Lesbos (Midilli), Rodos, Girit, Pire (ve Atina), Santorini (yani Santa İrini, Yunanlıların dediği üzere 'Thira') ve Mikonos (Türklerin-niyeyse-dediği üzere MikAnos). 7 günde 6 durak.
1962 yılında Niğde'nin Bor ilçesinden ailecek kamyona doluşup hop Ankara'ya, oradan da bendeniz yatılı okumak üzere 1965'de hop İstanbul'a, sonra yeniden Ankara, emekli olana kadar "başkent basiret bağlanması" hastalığı ve ansızın emekli olabilirsin dediklerinde de hop yeniden İstanbul. İstanbul, benim için dünyayı, hayatı biraz daha yüksek bir göz hizasından izleyebildiğim "sightseeing" otobüsü, hop biniyorum (hop on) bu Dersaadet'in hizasından seyrediyorum alemi, turist gibi; sonra hop iniyorum (hop off) başka bir durakta, yaşıyorum o yeri, o kişiyi, o şimdiki zamanı, İstanbul'a dönmek koşuluyla.
&&&
Tur sırasında, yol arkadaşım Jeylo, bir gece sıkıldı. Yaşlı gezgin yolcular ile birlikte bilgi yarışmasına katılmaya karar verdi, sen de gel dedi. Kızarım ben para karşılığında bilginin sınanmasına, hatta derslerimde müstehcen bulduğumu açıkça söylerim. Jeylo inatçı:
"Yaa, gel eğleniriz, yarışma bitince istersen yanıt kağıdını vermezsin, olur biter."
Peki. Gittik salona, katıldık kalabalığa. A4 kağıt dağıtıldı. 20 soru soruldu, şıklardan doğruya karar verip kağıtlarımıza yazdık. 21inci soru da joker, onu da yanıtladık. Kağıtları toplamaya başladılar. Benim kanaatimce o kadar çok yanlışım var ki nasıl olsa kazanamam diye verdim kağıdı. Daha doğrusu, versem mi, vermesem mi diye düşünürken görevli animatör/animasyoncu kız kaptı yanıt kağıdımı. Yine de kağıdın üstüne adımı Yusuf Emmi diye yazdım, neme lazım, tek tek okurlar, kim ne kadar bilmiş, yuh olsun sana, koca hoca olcan, bu kadarcık mı bildin derler?
Beş dakika sonra, komik olamadığının farkında ama iyi niyetli, iri cüsseli, bas bas tonlu sesiyle sunucu animatör:
-Veee yarışmanın birincisi 14 doğru ile kazanıyoooor!
(Ben elimi ağzıma götürmüşüm çünkü 14 doğrum çıktı ama bir ihtimal belki başka biri daha vardır 14 doğrulu ve jokeri de bilmiştir. Bu düşünceyi beynimde umutla devirmeyi tamamlayamadan yarışmayı Yusuf Emmi'nin kazandığını duydum. Üstelik çağırdı sahneye, dahası elimi sıktı. Ödülüm ne peki? Gemiden Mikonos adasına çıktıktan sonra şehir merkezine giden otobüs ile bedava gidiş ve gemiye bedava dönüş. Toplam 18 avro. Allah'tan bu ödül de iki kişilik de, rezilliği de üleşmiş oldum. Hıh! Jeylo dokuz doğruda kalmış. Yol boyunca, "Benim cevaplarıma baktın, doğrularımı kopya çektin" dedi ama yalan. Haset küpü n'olcek!
Ya hu ben ne bileyim suya çok maruz kalınca elimizin büzüşmesi avuç içinde hangi maddenin eksik oluşundandır. Keratin yazdım, baktım Jeylo sebumu yazmış. Sebum: Yağ bezelerinin deriye salgısı. Aaa, sebum, sabunu çağrıştırdı, sabun yağdır, eli yağlandırır vs. derken ben de onu yazıvermişim. Bir yanıt çaldım, n'olmuş. Cimri bu Jeylo!
Zaten, bana en yakın kağıt ikinci kişi 11 doğru ile başka biriymiş. (Zaten, bari, keşke, aslında vb. sözcükleri kullanmayın, gerekmedikçe, diyen ben miydim derslerimde? Ele veririm talkını, kendim yutarım salkımı :))
İkinci olmak kötüdür. Sylvia Plath, okulda sözcük harfleme (spelling) yarışmasında bir oğlan çocuğunun ardından ikinci olunca, "Hiç değilse kazanan bir erkek!" diyerek rasyonalize etmiş. Ah, bu üzümler. hep ekşi. Ah bu ödüller, hep bedelleri ile birlikte gelirler, kazansan da kaybetsen de.
11 soruyu bilen kişi ertesi gün asansörde karşılaştığımızda: "Ay siz dün gece yarışmayı kazanan beysiniz, diii miyyy?" diye çığıran kadının kocasıdır mutlaka. Adam yarışma öncesinde bana selam verirken, sonrasında kaş çatıp iki kenetli makamını dönü dönüverdi yüzüme. Belki karısının Tarkan'ı görmüş gibi heyecanlanmasına sinirlenmiştir, ne biliiim ben.
Jeylo, beni makaraya almadan duramadı haliyle. "Hayranların şimdi odanın kapısına dayanmıştır, imza isteyeceklerdir!" falan dedi. Pis. Siz siz olun, yol arkadaşınızı iyi seçin, best model of the world olmasa da olur.
Komik, hatta acı gerçek bizi ertesi gün bekliyordu: Bizi şehre 'ödüllü olduğumuz için bedava' götüren otobüste, ne binerken, ne de inerken kimse ödül biletimizi sormadı. Hop on, hop off. Yarışmaya katılmasak da olurmuş anlayacağınız.
&&&
Üleşmek diye başladım, öyle de gidecek. Yunan adaları turunun zirvesi bence, Girit Heraklion'da bir zirveye öğle güneşinde tırmanmanın ödülü olarak geldi.
Hop on, hop off otobüslerine bindik Jeylo'nun tutumluluğu sayesinde ve hop indik Kültür Merkezi'nde çünkü hem orayı gezeceğiz, hem de karşısındaki Nikos Kazantzakis (1883-1957) mezarını ziyaret edeceğiz. Nikos'cum, Kandiye Osmanlının hükmündeyken doğmuş, 18 Şubat'ta. Övünmek gibi olmasın, bencileyin Kova burcu. Zorba'nın (Βίος και Πολιτεία του Αλέξη Ζορμπά ) yazarı diye bilinir ama kimilerine göre yirminci yüzyılın en büyük Yunan yazarı ve düşünürü. Demiş ki:
Hiçbir şey ummuyorum, (Δεν ελπίζω τίποτε,)
hiçbir şeyden korkmuyorum, (Δεν φοβούμαι τίποτε,)
özgürüm. (Είμαι λεύτερος.)
Nikos Kazanchakis'in mezarını ziyaret, ağustosta öğlen vakti ve Heraklion/Girit sıcağında, yokuş yukarı, üff çok meşakkatli. Dönelim desem Jeylo hazır kabul etmeye, şuradan aşağı iniliyor galiba dedim, kandı (ya da kanmış göründü). Halbuki yol çok belirgin bir şekilde tepeye, Venedik duvarları ile kaplı anıtsal bir yükseltideki düzlüğe götürüyor ayaklarımızı. Buradan iniş var deyince, Jeylo çaresiz takip etti beni. Aaaa birkaç merdiven! Mezar burası olmasın, eheh. Tamam, onu da çıktık ve karşımızda işte, büyük yazarın dinlendiği alan, hem de Rodos'un simgesi, Yunanistan'da çokça görülen hibiscus çiçekleri burada da var.
Bir dolu fotoğraf çekip indik aşağıya, durakta
beklemeye koyulduk. Jeylo, park etmiş arabalar arasında yer buldu oturdu,
otobüsün gelmesine on dakika var daha. Bendeniz, "Yorgunluğun adını
'gezme' gomuşlar" diyen annemi anımsayarak, duraktaki ağaçlardan birinin
altına uzandım, ağacın gökyüzü ile buluştuğu yerin, elektrik direğinin ağaçla
oluşturduğu kompozisyonun fotosunu yattığım yerden çektim, sonra gözlerimi
kapattım, dinlenmeye verdim bedeni.
Birdenbire,
bilmediğim bir dilde, bir erkek sesi başımda bıdır bıdır konuşuyor, soru
entonasyonu ile. Gözlerimi açtım ki spor giyimli, halktan biri bana kaygılı
gözlerle, bence "İyi misin? Yardıma ihtiyacın var mı?" gibisinden bir
şeyler soruyor. Oturumuma geldim, gülümsedim, İngilizce, iyiyim teşekkür ederim
dedim. Sol elinde tuttuğu bir buçuk litrelik açılmamış pet şişe içindeki suyu
bana uzattı. Çantamda küçüğü olmasına karşın, teşekkür ederek aldım suyu.
Hiçbir abartılı söz, duygu gösterisi ile görüşmeyi uzatmadan döndü arkasını ve
caddenin karşı yakasına geçti, az önce bizim su ve bisküvi aldığımız bakkalın
yanındaki apartmana girdi ve birinci kattaki balkona çıktı, sandalyesine
oturdu. Yapması gerekeni yapmış gibiydi. Otobüsümüz de o sırada geldi. Biz hop
on! Fotoğraf makinemi çıkardım ve bu yeni, beklenmedik ve adını bilmediğim
dostumun fotosunu çektim hemen.
Ben "Bizim Hatun'un Kamburu" Quasimado değilim, o da Esmeralda değil
ki "Bana su verdi" diyerek aşık olayım adama. Düşlerdeki, filmlerdeki
gibi çıktı geldi, konuştuğumuz dilleri anlamadık, suyu verdi, gülümsedik, döndü
arkasını gitti. Hop on, biz otobüse bindik. Baktım balkonunda oturuyor,
fotoğrafını çektim. İçimden dedim, "Döncem ben sana Yunan". Baktım üç
parmak açık, diğer ikisi kapalı; bu hareketi kasıtlı yaptıysa: "Gördüm,
duydum, biliyorum!" demek. "Üç maymun değilim" diyor
anlayacağınız. "Seni gördüm, derdini duydum, aynı yollardan ben de geçtim,
biliyorum. Kayıtsız kalamazdım" diyor. Dillerimizi bilmeyince de
uluslararası ikinci dili, el ve parmak işaretlerini kullanmayı akıl etmiş,
yukarı çıkana kadar.
Zorba, the Greek'deki Alexis Zorba karakterinin de dediği hissi yaşattı
bana bu Yunan: Kutsal Huşu! Kutsal Hayret! Kutsal Şaşkınlık! ("İnsanın
ulaşabileceği en yüksek mertebe Bilgi değil ya da Fazilet, İyilik ya da Zafer
değil, ama onlardan daha da yüce bir şey, daha yiğitçe ve daha umutsuzca.")
Yunanistan ekonomik krizde olabilir canlarım benim, ama çok zenginler, çok bizden; öyle benziyoruz, öyle aynıyız. İşçisine, köylüsüne bakın, sokaktaki insana bakın, dillerini öğrenin. Cihangir'deki en kadim komşum Madama Roxani Hıristodulu'dan biliyorum, kötü gün dostum, gerçek ablam o. Ben öyle gördüm, öyle duydum, öyle biliyorum.
"Epharisto poli" Yunan kardeş. (Çok teşekkür ederim.) Nutkum tutuldu
o gün, diyemedim ama dönecem ben sana. Hiç unutmayacağım, iyiliğini
unutturmayacağım da. Balkona çıkıp bize güle güle diyerek el sallayışını da
işte böyle dünyaya göstereceğim. "O bir aziz" (biz evliya da
diyebiliriz) diye de ekleyerek.
Komşumuzun hali vakti yerinde değilse, anamın"Ben size dönmem ama siz bana
dönersiniz" sözünü anımsayıp üleşmeli ne varsa. İnsansam, önünde sonunda
insanlığımı hatırlar, insana dönerim. Denizler yakınlaştırır diyor şu anda
TV'de açık belgesel. Birlikte, daha iyi insanlar olabiliriz. Dil, din ve
devlet, siyaset sınırlarımız olmasa, biz zaten aynı milletiz.
&&&
Üleşmek
(paylaşmak) dedim de aklıma geldi. Evin badanası sırasında, badanacı usta
merdivenden aşağı seslendi.
-Hoccam ya,
bizim emmoğluna iş bulduk...
-E ne güzel,
bu devirde kolay mı iş bulmak (niyeyse, her devirde iş bulmak zordur, ah o eski
bayramlar gibi takığız buna biz :))
-Bulduk,
bulmasına da hoccam, lise diploması istiyoLLar.
-Ha, yok mu?
-Yok, hocam
yaa, nasıl alsak ki hocam?
-Okula gitcek.
-Gitti hocam
wallaha gitti, ilkokul üçten terk.
-Ha, daha
ortaokulu da mı bitirmedi?
-Cık. Örtmen
bi soru sormuş, sınıf gülmüş buna, gitmedi bi daha.
-Liseden terk
olaydı, dışarıdan devam eder, bitirirdi, benim bi akrabam öyle yaptı, dışarıdan
bitirdi, sınavlara girip, hem de 50 yaşında mıydı neydi.
-Hocam bi yolu
yok mu Allaasen, bi lise diploması alsan bize.
-Ortaöğretimden
anlamam ki ben, Milli Eğitim Bakanlığı falan bilir o diploma işlerini, ben
üniversitede hocayım.
-Ossun
hoccaam, unifersite diploması da olur.
Badanacı usta biliyor, kesin biliyor cimriyim ben. Bi tarafımdan KIL aldırmam, o KILlar lazım bana, belki ilerde "Ben Yusuf'un biiip Gılıyım!" diye bağıracak biri çıkar! Dursun kıl, tüy.
"Diplomalarından
birini vermiyor cimri herif. Çekmece dolusu vardır onda, ama inat işte,
vermiyor birini olsun."
Böyle bencilim
işte. Böyle nefsi müzülman. Hep bana, hep bana! Ulan bir diploma ile iş
bulmuşun, ötekini niye alıyon, bırak onu da badanacının emmoğlu alıversin, o da
doyursun gannını. Görgüsüz Yusuf, gözüdoymaz bücür. Hasbelkader prof n'olcek!
Prof olmuşun ama adam olamamışın.
İçkaynanam
(süperegom) beni böyle döverken, kendimi badana yaparken buldum.

Anlattım bu anımı dostlara. "İhkak-ı hak" dedi Nebi Ceylan hocamız. ("İnsanın haksızlığa uğradığında, yasal yollar dışında hakkını bizzat araması, elde etmeye çalışması" diye de açıkladı. 40 yıl kölesi olcem ben onun şincik, olurum, n'olmuş :)) Badanacı, adil olmayan eğitim, öğretim düzenine aklı ermeyince "Bi tane de bana versene!" deyiveriyor işte.
Hadi gorüşürük
anacım. Niğde, Bor ağzımın gusuruna galman. Aslıma rücu ediyorum ara sıra.
Anamdır müsebbibi. Su gibiydi anamın dili. Essahtı. Canına değsin ben onu
mezellendikçe, onun dilini su gibi çoğalttıkça.
&&&
Gız Özlem!!!
(Özlem Kumrular: Benim "Kırmızı Bavullu Kızım".)
Garamelli
gavemi goy, geliyom az sonacıma!
Böyleyken
böyle, hişş evlenmedim ama bi dolu kızım, bi dolu oğlum var benim, nasıl,
nerden peydahlattım bunnarı, ben de bilmiyom.
Özlem, bu yaz
Hırvatçayı da yerinde birincilikle öğrendi. Bir arkadaşı, "Niye öğrendin
Hırvatçayı?" diye sorduğunda gördüm, gafil avlandı. Bu soru o kadar saçma
ki! İnsanları tanımanın en güzel yolu onların dilini bilmek. "Şarkılarını
anlıyorum, okuyunca ne diyorlar anlıyorum" benzeri yanıtlar mazeret.
Soranı kırmamak için klişe yanıtlar. Gerçek sebep, o insanların başka, öteki,
farklı olmadıklarını görünce teşekkür edebilmek, özür dileyebilmek, iletişimi
sahici kurabilmek, insan oluşumuzun hallerini dillerimizin incelikleri ile
yaşabilmek... sevmek, ille de sevebilmek için. Bu gereksinim Özlem'de öylesine
içkin, içtenlikle biliyor ötekini sevmekle başlar güzel bir dünya inşa etmek.
Babil kulesini kendince inşa etmeye çalışan bir cengaver.
Dilini
bilmiyorum ama ben de bu hibiscus Yunan'a ne denli müteşekkir olduğumu
İngilizce ile değil, gülümsememle, sağ elimi göğsüme, kalbimin üstüne
götürerek, "Thank you!" diyerek, bu sırada ayağa kalkarak göstermeye
çalıştım. İnsan, bazen aynı yatağı paylaştığı sevgilisine, aynı dili kullandığı
eşine, karısına, kocasına meramını anlatamıyor. Biz, bakışlarla, beden diliyle
anlaştık. Ama, Yunan adaları turuna çıkmadan önce biraz olsun Yunanca
çalışmalıydım. Bu tuzukuruluk küstahlıkla oynaşıyor. Yangından kaçar gibi
çıktık tatile, tüh. Bir dahaki sefere unutmamak lazım.
&&&
Bana
"Evli misiniz?" diye soran olursa, biraz durup düşündükten sonra
gözlerimi belertip:
"Hiii,
unuttuuum!" diyorum.
Haliyle
şaşırıp "Neyi?" diye de soruyor bu medeni hal meraklısı kişi.
Zorba,
anlatıcı yazara "Evli misin?" diye sorar, o da bekarım deyince:
"Ah siz
yazarlar, kitap kitap kitap, işiniz gücünüz kitap, ondan."
Evet, kıskanç
eş kitap sevmez. Bilir, sevgili kitabı ondan daha çok sever.
Hayatın her
halini üleşmiyorsan, evlilik de ne manasız ve lüzumsuz bir icat. Kapitalizmin
oyunlarından işte.
Hop on yaptın,
baktın bunaldın, hop off, kolaysa. Köle-efendi düzeninin tahtırevanı evlilik.
Hop on bakalım o tahtırevana, gidebiliyor musun mutluluğa.
Nereden nereye
geldik. Elde var yokluğun varlığı.
Üleşmezsen
eğer, elde var varlığın yokluğu.
Arkandan bakakaldım Yunan kardeşim. Aklım sende, "kalbim Ege'de kaldı." Adını bilmiyorum ama bu huşunun müsebbibi Kazanchakis ya, adın şimdilik Alexis Zorba olsun.
Su gibi aziz ol.
(Alexis Zorba: "İnsan bir hayvandır. Ona zalim davranırsan, sana saygı duyar ve korkar. Nazik olursan da, gözlerini oyar.")
(Fotolar:
Yusuf Eradam, evet hepsi!)
ilk ben oldum. Elinize sağlık Hocam. İyi ki varsınız.
YanıtlaSilne guzel olmus bu blog size daha yakiniz artik sanki (Anil Celtek)
YanıtlaSil