25 Nisan 2015 Cumartesi

MACİDE TANIR (1922-2013): 

HAYSİYET BAŞÖĞRETMENİMİZ! 

Macide Tanır Sahnesi



2007, Cihangir

Ben başında mücevherler taşıyan bir sanatçıyım, çakıl taşları ile beş taş oynayamam” der Macide, kendisine TV dizilerinde rol teklif edenlere. Otuzun üzerinde kadını ve hep kendinden yaşlı kadınları oynamış başarı ile, ama İbsen’in üç dev karakterini oynamış ya, hem de ne oynayış, ona yeter. 
23 Mart 2009'da Macide Tanır Sahnesi'nin açılışında.



Başında mücevher taşıması ne bir latifedir, ne de kibir dışavurumudur. Bilen bilir, bilmeyen bir tutam mercimek sanır. Olmuş ve ismiyle müsemma bir sanatçının seçici ve gelecek kuşaklara örnek olmak doğal hakkı; zorunluluğu desem kızar şimdi. Yargıdan ve eleştiriden muaf olma hakkı ile de ilgilidir bu mücevherli özlüsöz. Sanatçının bağımsızlığı ile, itaat kültüründe boyun eğmek istemeyişi, ödün vermeden başı dik yürümek istemesi ile ilgilidir. ‘Cevahir’, Osmanlı Türkçesinde erkeklere konan bir isimdir, bugün İstanbul’un en işlek merkezlerinden birinde içinde tiyatro sahnesi barındıran bir tüketim tapınağıdır da. Macide nice erkekleri de ayakta tutmuştur sanatı ile ya, Cevahir sahnesine işte bu sebeplerden onun adı verilmelidir. 

Çünkü seyircinin ve “imandır” diye nitelediği tiyatronun onu getirdiği zirvedeki sahnesinde hep kendisinden büyük, hep acılı kadın karakterleri oynarken seyirciyi hiç aldatmamış, oyunculuk anlayışına uygun olarak o karakterler olmuştur. Sebebini de şöyle açıklıyor: “Her gece anlayan bir seyirci vardır. Yoksa, ben varım.” Kendime ihanet edemem, demek bu. Bu yüzden işte, ne Türkçe’nin geçiştirilerek, özensizce kullanılışını, ne de oynadığı oyunlarda fark ettiği çeviri hatalarını görmezden gelebilir. Adı cadıya çıkacaksa çıksın, onun adı Macide. Haysiyetli kişi, böyle davranmak için doğmuştur. Haysiyetli olmak icazetini Mustafa Kemal Atatürk’ten, sırtını dayadığı, ona özgüvenini kazandıran babasından, sonra da Muhsin Ertuğrul gibi hocalarından almıştır.  

Solda dudağını ısıran kız çocuğu, Mustafa Kemal Atatürk ile göz göze gelince heyecandan altına kaçırmış ya, ondan utancı.

Seçilmiş kişi olduğu doğuştan belli insanlar varsa, biri de Macide’dir. Kendisi buna inanmaz, güler geçer ama öyledir. Sırtını babasının ona güvenine dayadığını abartmadan söyler. Hem operayı hem tiyatro sınavını kazandığında babasının kendinden emin başını öne eğerek “tamam” jesti ile karşılık verişini “o kadar” diyerek yorumlayan Macide, babasının bu yalın tepkisinde bir babanın kızına güvenini özetlediğini iyi bilir. Tıpkı Fethi Naci’nin babasının, Fethi Bey polis tarafından götürülürken, “Senin oğlun komünist” diyen polise, babasının onun sırtını sıvazlayıp “Benim oğlum ne yaparsa, iyi yapar” demesi gibidir. 


Erenköy Kız Lisesi'ni bitirdikten sonra, zengin bir ailenin gelini olmak ya da felsefe okumak yerine, babası İbrahim Bey’i dinlemiş:“Yüzlerce felsefeci var, binlerce zevce var. Bu memleketin mektepli sanatçıya ihtiyacı var, olabiliyor musunuz?” diye sormuş babası Macide’ye? “Emredersiniz efendim, nasıl olayım?” diye karşılık vermiş ve kendisini Muhsin Ertuğrul’un karşısında bulmuş. Yetenekli olduğu hemen anlaşılmış, hem operayı, hem oyunculuğu kazanmış. Tiyatroda karar kılmış. Tiyatroyu iman bilmiş. Haysiyet başöğretmenimizin beslenme çantasında Mustafa Kemal, babası İbrahim Bey ve Muhsin Ertuğrul ilk üç sıradadır.

Pendik istasyonunda iki büyük olay yaşamış Macide. Geleceğin sanatçısı olarak Ankara'ya uğurlanmış, efsaneleşmeden önce. Ama anlatmaya doyamadığı asıl Pendik anısı o daha 7 yaşındayken, "Canım benim, bitanem" dediği Atatürk'e 6 Ağustos 1929'da çiçek verişi. Macide'yi süsler püslerler. Macide Atatürk'ün yüzüne bakınca sözlerini unutur ve utancından altına kaçırıverir. Atatürk onu kollarına alır kaldırır, “Benim kızım olur musun?” diye sorar. Evine dönünce, Macide diş fırçası ve geceliğini alıp kapıya yönelirken babası “Ne o, bizi bırakıyor musun?” diye sorunca gidemez. Daha sonra, Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım rolünü iki kez oynayacaktır. Zeki Müren onu sahnede izledikten sonra ayağa kalkıp alkışlamış, ayaklarına bakarak. Macide, niçin yüzüme bakmıyorsunuz diye sorunca da, “Sultanım, ben kimim ki sizin yüzünüze bakayım,” karşılığını almış Müren’den. Aynı kafa içinde üç Macide 89 yıldır yaşıyor. Daha çok yaşasın dilerim. 
2008, Cihangir'deki evinde Mozart'ın çizimlerini gösteriyor. Ona sarılıvermek isteyen kollarımı ceplerimde dizginlemişim, belli ki.

“Herkesten çok büyük sevgi, saygı gördüm ama kendimi en çok ben kendim saydım.” Böyle bir cümleyi söyleyebilecek kaç kişi vardır? İşte bu yüzden, Cumhuriyetimizin haysiyet başöğretmeni olduğu için de, Ankara’daki Akün Sahnesi Macide Tanır Sahnesi olmalıdır. ‘Haysiyet’, öğrencilerimin öğrenmekte güçlük çektiği “gerçek birey” olmak bilincinin olmazsa olmaz ilk önkoşuludur. Diğer iki önemli önkoşul, özgürlük (bağımsızlık) ve vefadır. Haysiyetli olmayı öğrenmiş kişi, kendisinin ve onu haysiyetli yapanların yol kazandırdığı sanatının özgürlüğüne, başkalarının özgürlüğüne ve kimliklerine, haklarına saygılı olmayı ve ona emek verenlere vefalı olmayı da bilir. İnsana, gençlere bu doğrultuda örnek olabiliyorsanız, siz de gelecek kuşaklara haysiyetli bireyler olmayı öğretiyorsunuz demektir. Macide benim simurglarımdan biridir ve onun evine kabul edilmek, elinden çay içmek, ona dondurma ve gün kurusu almak beni onurlandırır. Bize can verenlerin, hep canlı tutulması gereklidir de ondan. Simurglar ancak böyle ölümsüzleşirler. Onları hatırlayan son kişi de yitip gidene kadar ölümsüzdürler. 


Bu yazıyı yazmadan önce Genco Demirer'in Tiyatro Tiyatro dergisi için hazırladığı “Sahnede Bir Ömür” isimli o değerli belgeselini bir kez daha izleyeyim diye koydum DVD gösterire. İzledim, ağladım. Derken elektrik gitti. Telefon edeyim Macide’ye, müsaitse gideyim. Aradım. Saat 17.00 gibi anlaştık. Ben Yusuf dedim, o Yusuf Eradam dedi.  

Macide Tanır’ı bir kez daha gündeme getirişimin sebebi 89 yıllık Cumhuriyetimizin yaşında ve aydınlık yüzü oluşu ve 2008’den bu yana çığırından çıkan iktidar oyunları ile hastalanması ve Haberal’ın hastanesinde bakıma alınmasının ardından 1 Nisan 2011’den itibaren de evinde dostlarının ziyaretine açık olduğunun bilinmesini istememdir. İlk ziyaretimde “vardığım nokta hiçlik” demeseydi, telaşlanmazdım. İkinci ziyaretimde baktım salona çıkmış, dostları ile yine sohbette, şakalaşıyor eskisi gibi. Dostlarının, komşularının ve tüm varlığını bağışladığı Türk Eğitim Vakfı yetkililerinin ilgi ve bakımı altında şimdi. İyileşip ayağa kalkacak, Haziran’da seçimde oyunu atacak. “Azim abidesi!”olacak Macide’nin yeni adı.


Elizabeth Bishop’ın şiirlerinden okura geçen kaygıyı bilir misiniz? “Sadece gözlem yapıyorum diye ya dışlanırsam?” kaygısı. Macide’nin böyle bir kaygısı hiç olmamış gibidir. Ödün vermeyen tavırları ile dışlanma, dışarıda kalma kaygısı onun semtine uğramaz. Haysiyetli yaşadığını bilen kişi, ödülü de bedeli de soğukkanlılıkla karşılar. 

18 Nisan 2011 ziyaretimde, hep yaptığım gibi çaldım kapısını: Ürkerek ve usulca. Poe’nun kuzgunuyum sanki. “Bir kitap daha yazacağım. Öyle önemli şeylere tanık oldum ki” dedi. Sonra da “Dondurma istiyorum, sade sapsade”. (emri yerine getirildi, yedirildi). Elimi tuttu, öpücük gönderdi, elini öpmeme izin verdi, dondurma almaya gidiyorum deyince yattığı yerden bir eliyle şıkıdım şıkıdım yaptı. 

Beni görünce, gözlüğünü çıkardı, Cumhuriyet gazetesini okumaya ara verdi. Koluna dokundum, sevdim. Gözlerimin içinden ayırmadı gözlerini. Samimiyetimden emin olmak ister gibiydi.  

Yatak odası penceresinden baktım: “Aaa, ‘sen antuan’ görünüyor’ dedim, ilk kez giriyorum ya bu odaya. “Sentantuan” diye düzelterek ulama (liason) yapmadığımı anımsattı. Doğru ya, diyerek hatamı kabul edince de, bütün canını toplayıp “bu da sana kapak olsun” ayıp jesti ile beni güldürdü. Yanından ayrılırken, “Emriniz var mı?” diye sordum. Böyle sorarsanız, böyle sormamanız gerektiğini “Var” diyerek belli eder. “Nedir peki, emriniz nedir?”  


Kız Kulesi’nin karşısında yüzen bir ev istiyorum” deyince, peki dedim, ondan kolay ne var. Halılar kilimler toplanmış, bir yere mi gidiyorsunuz Macide? 


22 Nisan ziyaretimdeyse başka dostları da vardı. Yataktan kalkmış, salondaki koltuğuna oturmuş misafirleri ile sohbet ediyordu. Pek güldük. Siyasilerden birileri kapışmışlar da, ah keşke biraz daha da kapışsınlar diye tırnak sürttük. Cıdır da atalım dedim, Niğde, Bor ağzımla. Bilmiyormuş bu yerel deyimi. Anlattım, diğerleri kapışsınlar diye bir çeşit nifak tohumu ekmektir. “Öfkeyi tahrik eden nokta” diyor sözlük.(Bkz.http://tdksozluk.tumgazetemansetleri.com/anlami/c%C4%B1d%C4%B1r-ne-demek.html)  


Cıdırı atarsınız, sonra kenara çekilir tırnak sürtersiniz ki iyice kapışsınlar. Pek güldü. “Güzelmiş” dedi.  

Çayın yanında gelen bisküviyi ısırırken ben, “Bir kırt süresince düşündün” dedi. Efendim? “Isırırken, düşünür insan” diye ekledi. 


“Sizin hakkınızda haddim olmayarak bir yazı daha yazıyorum Macide Hanım” dedim.  

“Estağfurullah. Bizi buluşturan, seviştiren de sizin bu zarafetiniz işte,” dedi. Şimdi, bunu yazarken yine ağlıyorum. Tophane’den bana doğru “Goool” çığlıkları geliyor. 24 Nisan 2011, Pazar. Alem top peşinde. Ya ben? Sivas’ta, Madımak’ta yitirdiğimiz dostum Behçet Aysan’ın dizeleri çınlıyor kulağımda: “Kara bir hayatın ortasında/ şimdi yitik zaman peşinde.” 
 Macide ve tüm simurglarım ile birlikteyim. Bu kara günler de geçecek, umarım. 


2007 "Musalla Taşı Sakinleri/Cihangir'den İnsan Manzaraları" 4. Fotoğraf sergimin açılışındaki konserimde beni dinlerken. Kucağında da fotoğraf kitabım. Yer: MaviKum Kitabevi. Foto: Ragıp Ertuğrul (Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Başkanımız)

Bu yazımın başlığını söyleyince kendisine, kostaklanıyormuş gibi omuzlarını oynattı. Misafir hanımları gösterip “Kıskanırlar şimdi” dedi. “Böyle şıkır şıkır oynadığınızı yazmayacağım ama dedim. Kaşlarını kaldırıp, ‘yazma sakın’ mimiği yaptı. Yazar mıyım hiç. 



Foto: Ragıp Ertuğrul
(İnsanın uzaktan ilah bildiğine dokununca da ilahı değerini yitirmez ya, nadiren de olsa, o nadir anlardandır bu, teşekkür ederim Ragıp'cım.)

Evime dönerken Kız Kulesi’nin fotoğrafını çektim. Eminönü-Üsküdar hattının vapurlarından birine adının verildiğini görse de Kız Kulesi yanından geçse her gün. 
Arkasında, Edgar Allan Poe’nun kuzgunu gibi tek kara tüy bırakmaz Macide. 

Oysa kargalar bastı her yanımı Macide. Kalk gidelim Dolmabahçe’ye
. Çevredeki masalar yine “A, ben bu sesi bir yerden tanıyorum” diye atlasınlar. Sen yine kız onlara, “Tiyatrocu değilim, ben oyuncuyum” diye ver derslerini. Özenli, incelikli, haysiyetli olmayı öğret yine herkese. Kim ne derse desin. Atana yakın ol. Sen kahveni iç, ben çayımı. Denize bakalım. Gelecek güzel günlerden söz edelim. Kalk Macide. Ben sütümü içtim, sen de azıcık yemek ye de canlan biraz daha. Manolyalar da açar yakında. Dokunmadan sevelim manolya çiçeklerine de sararmasınlar. Ağaçlar ayakta ölür Macide. Kalk. Safamız olsun. Kalk da, “sentantuan’a” gidelim, Bach dinleyelim. 


Ayağa kalk Macide. Millet, “Tarih geliyor!” diye ayağa kalksın. Kalk ki haysiyetimiz ayakta dursun. 

Kaçımızın senin yüzüne bakmaya yüzü kaldı acaba?


Kalk Macide, kalk da herkes bunu anlasın!


24 Nisan 2015 notum:  

Macide Tanır Sahnesi  hakkında kısa yazım:
 MACİDE TANIR SAHNESİ                                     

Macide’nin yüzü ve sahnesi, Cumhuriyetimizin yüzüdür, yüz akıdır.

    Dünyanın en önemli oyuncularından ve Türkiye Cumhuriyeti tiyatrosunun başyapıtı Macide Tanır’a 80 kişilik Moda Kültür Merkezi sahnesinin adı ve tiyatronun anahtarları 23 Mart gecesi içtenlikli, sıcak bir etkinlikte verildi. Adını sahiplenen genç oyuncular, umarız o salonun hacmi kadar som altın taşıdıklarının bilincinde çalışırlar.

    Can dostu Gencay Gürün’ün teşviki ile gerçekleşen bu vefa gecesinde aralarında Devlet Sanatçısı, Ağaçlar Ayakta Ölür gibi oyunlardaki dağları taşları inleten oyunculuğuna verilen ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödüllerinin toplamı 52 etmiş. Adını taşıyan tiyatroda Macide Tanır, her zamanki zarafeti, içtenliği, şakacılığını giyinip sahne aldı ve tiyatro sevdasına ilişkin, karakterine, tiyatro ve sinemada elli yılı aşkın sağlam duruşuna ilişkin ipuçları verdi, izleyene, anlayana. 1922 doğumlu diyor kayıtlar, ama o diyor 58 yaşındayım. Taksi şoförü sormuş ya, “Hanımefendi 60 var mısınız?” O da gösteriyor muyum o kadar diye ima edince, taksi şoförü de demiş “N’olmuş yani iki yıl fazla tahmin ettiysem?” Öylesine genç. Çok yaşa, pek çok yaşa Macide!

     Macide’nin yaşı kadar yaşıyor Türkiye Cumhuriyeti. O da görüyor sevinçle kimi zaman, ama çoğu zaman da kederle görüyor. Bu görebilme yetisi, ona hem ödül, hem de bedel. Keşke görmeseydim dediklerini de görüyor çünkü. Geçen yaz, Altınoluk tatilinin burnundan gelişi bu yüzden. Beş yaşındayken Pendik’te onu süsleyip püsleyip Atatürk’e çiçek vermek üzere seçmişler. Atatürk’ün gözlerine bakıp çiçeği verirken heyecandan altını ıslatıvermiş. O, utançla dudağını ısırırken de birisi fotoğrafını çekivermiş.

     “Ben koyu Atatürkçüyüm,” diye başlıyor konuşmasına. Anlatmaya doyamıyor hayatının incelikli yanlarını. Ağzından çıkan her sözcük, salondaki sevenlerinin kulağına küpedir, derstir, yaşantısal bilgidir, imrenip kucaklanası, izinden gidilesi bir yoldur onun yaşamı. Oyunculuk okullarında “Macide Tanır Oyunculuğu” başlıklı bir ders mutlaka olmalı. “Sadece, tiyatroya gönül vermediyseniz, tiyatro sizi hemen terk eder” der. Onun tiyatro dediği, sizin idealinizdir. İdealinizi ihmal ederseniz, onu yitirirsiniz, bunu söyler Macide size çünkü “tiyatro imandır.”

     Macide: 1970’li yıllarda tanımaya başladığım, Ankara sahnelerinde birkaç oyununu izlediğim, sonra radyo oyunlarındaki sesi ile büyüdüğüm kadın. O mağrur bilinç. Kifayetsiz muhterislerle aramdaki köprüleri yıkmayı, ait olmadığıma inandığım yerlerin kapılarını çarpıp çıkmayı, değerimi sokakların, mahallem gibi yaşama alanlarımdaki insanların anlık tepkilerinde görmeyi yeğlemeyi o mağrur bilinçten mi öğrendim acaba?

     “Şanslıyım,” diyor Macide Hanım, “Hayatta her şey bana altın tepsi içinde sunuldu.” Carl Ebert ondaki yeteneği görüp “Bir yıl okusun konservatuarda yeter” demiş. Muhsin Ertuğrul “Evlenme” demiş de Macide “Evleneceğiz, karar aldık” deyince de ustası “O zaman çocuk doğurma” demiş. Doğurmamış Macide. Kendini doğurmuş. Onun çocukları hepimiziz, onun çocukları ellinin üzerinde kallavi kadın karakterler. Hiç pişman değil ‘canım Macitcim’den bir çocuğu olmadığı için, ama sahnede oynadığı karakterler acaba şimdi ne yapıyordur diye de merak ediyor, tıpkı annemin beni bedeninden türettiği için sevişi gibi, o da bedeninden türetmiş o acılı kadınları, anneleri. Kendisini, bedenine, aklına, kalbine yerleştirip türettiklerini çok seviyor. Onlara saygısından, sigarayı da bırakıvermiş.

     Sadece klasik müzik dinler. Sizi dinlerken, aynı fikirde değilse “Hadi oradan!” diye bağırıverir. Beğenirse söyler, kulise gider, beğenmezse usulca sıvışır. Yalan söylemez.  Kalp kırmaktan çok korkar, kedi köpekten korktuğu kadar. Ama evinin altındaki erkek kuaförü Murat Bey’in sokakta bulup sahiplenip ameliyat ettirdiği köpek için de emekli maaşını teklif edecek denli cömerttir. O da bir şey mi? Hayır işlemek konusunda da örnek bir vatandaştır ya iğneden ipliğe bütün varlığını Türk Eğitim Vakfı’na bağışlamıştır. Zeki Müren onu ayakta alkışlarken Macide Hanım’ın yüzüne değil de ayaklarına bakarak alkışlarmış. “Niye?” diye sorduğunda ise Müren demiş ki Macide’ye: “Siz benim Kraliçemsiniz, yüzünüze nasıl bakarım.” Evet, Macide çok kişinin sevgilisi, ama onun iki sevgilisi var: Tiyatro ve Türkiye Cumhuriyeti.

     Bu yüzden sevdiği erkekler arasında Mustafa Kemal başta gelir. Muhsin Ertuğrul, Yıldırım Önal ve tabii ki babası İbrahim Bey’i ilk sıralarda sayar, hayatını kendi yazdığı bir piyes gibi sahnede anlatırken. Onun sahnesi her yer artık ve Macide bir anlatıcı, bir dengbej. Tiyatronun Cadısı adlı kitabında anılarını toplamış (Bilgi, 2000). Kitabını okuyup bitirmeden bana evinde çay içirmedi. Bitti, geleyim mi dediğimde ise kitaptaki bazı anıları anlattı. Her biri hayat dersi anılarını kitaptan okumak ve onun cismi karşımda, sesi kulağımda dinlemek arasındaki fark anlatır gibi değil. Evinin salonu Atatürk Kültür Merkezi’nin büyük sahnesi oluverdi. Ona yüz sürmek, ona dokunmayı hayal edemezken, elinden çay içmek, öykülerini evinde canlı canlı dinlemek, izlemek bir ödüldür.

 “Gölgesinde mevsimler boyu” oturmak istersiniz. Çınar, derviş, diva benzeri isimler ona bu yüzden takılır. O, bu isimleri hiç takmaz. “Ne haliniz varsa görün” der. Müstakil, birbaşına yolunda dimdik hep yürümüştür ya, kimseye eyvallah demek için duraksayamaz. “Kişiliğimin şekillenmesinde önemli bir yeri vardır” dediğim bu abideyi gördüğüm yerde ayağa kalkmışımdır, o görsün görmesin. Kısmet işte, yıllarca hayran hayran izle, dinle sonra Cihangir’de komşu ol. Mavikum Kitabevi’nde 2007 yılında açılan fotoğraf sergimden yüzünü esirgemedi. Gerisinde manav görüntüsü ile. Cihangir festivalinde bu fotoğraf Akarsu Caddesi girişinde de sergilendi. Macide Tanır’ın arkadaşlarından biri olabilmek de hem ödüldür, hem de bedel. Macide, hayatınızın vazgeçilmez bir parçası oluyorsa, haysiyetli yaşamanız gerekir ona lâyık olabilmek için. Bedel budur ki aslında ödüldür. Birçok başka ödülden vazgeçmeniz gerekir.

     Macide Tanır’ın sahnesi Türkiye Cumhuriyeti’dir, tiyatrosudur. onun yüreğini, disiplinini örnek alanlar içinse, Türkiye tiyatrosunun geleceğidir. O, tiyatromuzun cadısıysa, Türkiye umarım bir gün cadıdan geçilmez. Bu büyük oyuncuya, bir tiyatronun adı, anahtarı verilmesi elbette doğru bir karardır. Keşke Devlet Tiyatroları’nın sahnelerine de adı verilse, Ankara’da, İstanbul’da ya da yurdumuzun birçok yerinde. Ona verilmesi gereken anahtar, Türkiye Cumhuriyeti’nin anahtarı olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’ni sahiplenenlerin kalbinin, aklının anahtarını çoktan almıştır, o bunu bilir, gururla ve adıyla müsemma haysiyeti ile de taşır.

     Şimdi sahneye çıkmıyor çünkü oynadığı rol en zoru. O Macide Tanır. Ana Tanrıçadır artık. Giderek daha da koflaşan hayatımız ve sanatımızın, yağmalanan kültürümüzün, Cumhuriyet’imizin kederini yaşayan bir anayı oynuyor ve “gözlerinin dolduğunu kimsenin görmemesi gerek, çünkü o kadın ağlayamaz, ağlamaz.” Ona tiyatrocu ol, diyen babasının ölümünü bir mektuptan öğrenmiş, ağlamamış da sonra bayılıvermiş ya, Murathan Mungan’ın şu dizesini sevişi bu yüzden:

     "Ağlamayı aşan bir derinlikteydim."

*www.yusuferadam.com 

24 Nisan 2015 Cuma

BANA MARUZ KALMAK EN DOĞAL HAKKINIZDIR! 
Ya da Ritüel & Gösteri Söylemleri ile Ahlâk Üzerine Tezlerim
Yusuf Eradam1

Bir şey gösterin bana, bugün gösteri olmayan. Her şey ya ‘show’ niyetine yapılıyor ya da kaza bile olsa iki dakika sonra ya da kayıtları bir yıl sonra bulunsa bile show’a dönüşüyor. Günümüzde, gerek gösteri sanatlarının yer aldığı seçilmiş, saptanmış alanlarında, gerekse gündelik hayatımızın kendiliğindenliği için “gösteri” (show, performance) diye nitelendirelemeyecek ne kaldı? Öğretmenin ders verişi, iphone’da sevgiliye görüntülü konuşma, siyasilerin ciddi meselelerde bile sahiciymiş gibilikleri, her edim kendi içinde showbiz ürünü olarak yaşanıyor, ego merkezli kişilik sunumlarında.
1970’li yılların sonundan itibaren hızla dünyayı eline geçiren teknolojik devrimin bugün geldiği noktada iphone’larımızın marifetleri ile egolarımızın, narsisist benliklerimizin flört ettiği noktalarda, kedilere yakışan bir özlü söz gösteri sanatlarında ahlâk deyince de aklıma geliverdi çünkü belirleyici, olmazsa olmaz bir yanlış olarak sanatçıların ya da sunum yapanların ve o sunumu, o gösteriyi izleyenlerin ve de o sunumun kalitesini etkileyen alan çalışanlarının, hatta ve belki de herkesten önce iktidarın düşüncesi olarak belirdiğinde, performansın ahlâkını da kalitesini de etkileyen bir önerme olarak karşımıza dev bir sorun olarak dikiliyor:
 (1989 yılında, İngiltere’de kibirlice yayılmış gözlüklü bir kedi posterinin altında görmüştüm: “You have every right to be subjected to me.”)
Bu önerme, iktidardaki kapitalizmin, Mehmet Ayvalıtaş’ın öldürülüş anının boydan boya ‘Radikal’ damgalı mobese görüntülerinin daha sosyal medyaya düşer düşmez reklâm alabilmesine olanak sağlar, bu reklâmı haklı kılar. Öfkeden kudurarak bu satırları yazarsınız, alnınız çatlayacak gibi olur bu inanılmaz ahlâksızlığa fakat sistemin bir parçasıdır, ortadan kaldırılması gereken de haliyle odur. Kapitalizmi görmeyip onu sürdürenleri alaşağı etmeden öldürülen gençlerimizin üzerine reklâm koyduklarını görmeyiz, hatta reklâmı gördüğümüzü görmezden gelir, o gencimiz nasıl öldürülmüş, aylar sonra seyirlik bir gösteri niyetine izler, işimize gücümüze devam ederiz, Bruegel’in “İkarus’un Düşüşü” tablosunda, güneşe ulaşmaya çalışan, olanaksızın peşinde koşan o yüce sanatçı, yaratıcı zihniyeti temsil eden İkarus, Ege denizine düşmüş küçücük bacakları sağ alt köşede görünür halde can verirken, tarladaki köylünün sabanı ile yelkenini açmış geminin ve gökteki kuşun da rüzgâr ile haşır neşir yaşamlarına ve yollarına devam edişleri gibi.
İşte tam bu noktada İngiliz tiyatro kuramcısı Charles Marowitz’in kaleme aldığı “Oyuncunun Duası” başlıklı şiirin çözümlemesini yapmanız gerekebilir. Rica etsem okurken sakızınızı çıkarır mısınız, “şiir başlıyor az sonra.” Dün tiyatroda yaptığınız gibi perde açıldıktan sonra facebook’tan arkadaşınızla çetleştiğiniz gibi okumazsanız sevinirim, bu dua gösteri sanatçılarının namus bildirgesi, ciddiyetle okuyunuz bir zahmet. Kimileriniz için rahatsız edici olabilir, olabilir değil, olacaktır çünkü hepimiz gösteri sanatlarını gösteriş sanatları olarak algıladığımızın ayırdına vardığımızda, bu yanlışı görmemek için daha büyük yanlışlar yapıp başka – mış gibiliklerden ve yeni maskelerden medet umar hale geliyoruz. Ancak aşkla yapıldığı zaman iş ahlakını da beraberinde getiriyor, “Tiyatro imandır” diyen Macide Tanır bu konuda tanıdığım, bizzat tanıyıp sohbet etme onuruna da eriştiğim en büyük, en doğru örnekti.


James Baldwin’in de dediği gibi “Aşk, onlarsız yaşayamayız diye kaygılandığımız fakat için için de onlarla yaşayamadığımız bütün maskelerimizi düşürür.” Bir başka deyişle, işinizi aşkla yapıyorsanız, essahtan yaparsınız, yanlış ya da hata yapmazsınız demiyorum, sahicisinizdir, kendinize ihanet etmezsiniz.
Benim kanaatim odur ki, kendisine ihanet etmeyen de hiçbir şeye ihanet edemez.
Ahlâk söz konusu olduğunda ve ille de gösteri sanatları ise odak noktamız, tiyatro ile başlayacaksak tartışmaya ya da ahkâm kesmeye, ilkin gösterinin ekseni diyebileceğim oyuncu ile başlamalıyım. Marowitz’e ait “Oyuncunun Duası” bana olduğu gibi size de yol göstersin çünkü sadece tiyatro için değil, her alanda üreten herkes için geçerli ahlâkî (aktörel) ipuçları ve can yakabilecek ayna kırıkları içeriyor. (Şiirin tarafımdan yapılan çevirisi bu yazının sonunda ekte)
Gösteri sanatlarının da tüm mesleklerde olduğu gibi kalitelisinin kendi kendisini tanzim ettiğini biliriz, tanık olmuşuzdur. O sanatı uygulayanlardan başka hiç kimse, diyor Terence Johnson, o sanatı eleştirmek ya da disipline etmek gücüne sahip değildir, olmamalıdır. Kendi alanı için konuşan sosyolog Johnson’un sözlerini bütün meslekler için geçerli görüyorum. Johnson, aynı zamanda, profesyonellerin, en iyi şekilde çalışıp ürün verebilmeleri için de çalışma koşullarını kendilerinin kontrol edebilmeleri, iş pratiğini yaptıkları sırada kuralları kendilerinin koymaları gerektiğini vurguluyor. Yukarıdaki dua da bunun en güzel örneğini gösteriyor. Haliyle profesyonel olarak yaptığınız, hayatınızı idame ettirmenizi sağlayan işe sahip oluşunuz, gösteri sanatları ya da başka bir “iş/sanat” olabilir bu, o mesleği, işi sizin kontrol ediyor, sizin yönlendiriyor olmanızı da gerektirir. Devletin ya da ideolojinin, hegemonyanın değil. Devlet tiyatrosu kavramını bu yüzden yanlış buluyorum çünkü o sanatın, işin gelişimini, o sanat, o iş için elzem olan neyse onu bulup kendi iç kuralları ve gerekçeleri ile, yanlışları ve doğruları ile geliştirecek o alanda ürün veren kişilerdir ve üst-erk niteliğindeki herhangi bir kişi ya da kurum o alanın evrilmesine ket vuracaktır, hatta alandaki herkesin “iş ahlâkının” bozulmasına da yol açacaktır.
Herhangi bir yerde ya da merkez kavramı içinde yer alan İstiklal Caddesi üzerinde eski bir Rum dairesinden yaratılmış küçük bir salonda sahnelenen piyesten tutun da küresel başkanı Obama’nın bütün dünyanın izlediği başkanlık devir teslim törenine kadar gösteri sanatlarında ahlâktan anladığımız nedir, bu kesinlikle kişiden kişiye değişiyor, gözlemlerimle sabittir.
Örneğin, meydanda, açık havada sunulan bir gösteriye de küçücük bir odadaki gösteriye de sigara içmeden, içtiğinizin kokunuzdan anlaşılmasını bile istemeyişiniz ile ahlâklı bir izleyen olduğunuzu kanıtlayabilirsiniz, oyun başlamadan önce ‘uyarılmayı’ zekânıza, incelikli hallerinize hakaret addettiğinizden olsa gerek, daha salona girmeden mobil telefonunuzu kapatır, hışırtılı, şıngırtılı eşyalarınızı çıkartırsınız, nefesinizi tutar hazırola geçersiniz. Lâkin, oyun başladığı anda görürsünüz ki, yanınızda oturan zat-ı muhterem, kimi zaman tiyatro eleştirmeni bile olabilir, sakız çiğnemektedir, eşiyle birlikte oyun boyunca da telefonlarına bakar, herhalde dersiniz eleştiri yazısını oyunu izlemeden yazdı da geldi.
Herkese göre değişebilir dedim fakat yine de gösteri sanatlarında ahlâk (morality ve ethics, kastım her ikisi de) olmak her iki tarafı da ilgilendirir. Gösteriyi sunan kişinin de izleyenin de, eleştirenin de, medya çalışanlarının da hepsinin ahlâklı olmasını beklemek ‘gösterinin’ varoluş, oluş hakkıdır. Belki de bu yüzden ilk oyuncu Thespis, Atina sokaklarında dolaşırken deli deli hareket etmiştir de o delilik içinde kendini ötekileştirerek milletin, sokaktaki insanın dikkatini iletisine çekebilmiş ve amacına ulaşabilmiştir. Buradan şu önermeyi de gündeme getirelim, gecikmeden: Sanatçının gösterisindeki niyeti ile iktidarın niyetleri örtüşmediğinde, izlesin izlemesin o gösteri baştan sakıncalı damgası yemeye, ‘ahlâksızlıkla’ suçlanmaya adaydır. Bu yüzden örneğin, tiyatro kumpanyasının devlet yardımı gibi bir iki ucu kaka bir olgudan uzak durması gerekebilir çünkü her hediye gibi karşılıksız verilen bağış da bir beklenti, yaptırım, ketleme, hatta şiddet kaynağıdır. Türkiye’de yasaklı internet sitesi sayısının 2014 başında 35.000 aştığını da anımsarsak, iktidarın tanımı gereği ‘neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda halkın anladığının pek örtüşmediği söylenebilir. İnternet sitelerinin sayısındaki artışa bakacak olursak, internet kullanabilen halkın da iktidarın ahlâk anlayışı içinde ‘daha ahlâksız’ sitelere yöneldiği çıkarımı da olası. İktidar kendisine karşı örgütlenen, büyüyen bir halkın haberleşme, örgütlenme, başta sosyal medya alanları olmak üzere görüşüp fikir paylaşabilme alanlarını ‘ahlâksızca’ kapatabilir çünkü bu alanlar sakıncalı piyadeler yetiştirmektedir, oysa hükümet ya da iktidar gerçek vatanperverlerin kendisini alaşağı edeceğini bildiğinden ‘sakıncasız ötekiler’ yetiştirmeye devam edecektir ve ya da onların sayısını artırmayı hedefleyen önlemler alacaktır.
Başta söylemem gerekeni bu bölümün sonunda söyleyeyim:
Ahlâk, “hulk” sözcüğünün çoğulu olup ‘huylar, seciyeler’ demekmiş ya, neyin doğru neyin yanlış addedilmesi gerektiğine kimin, kimlerin karar verdiğine de işaret eder ve sanatta ahlâk dendiğinde bir kişinin huyundan, huysuzluğundan da söz etmek mümkündür ki kitlelerin o diktatörün huyuna suyuna gidip gitmemek konusunda karar vermeleri de gerekir; ayrıca, felsefe, din ya da inanç, hukuk, gelenekler, kültürel yapı vb. birçok yapı, kurum belirleyici kuralların mimarı olabilir. Kendimi bu konuda, ahlâkın toplumdan, bireyden bağımsız bir yapıya sahip olduğu görüşünü savunan Platon’a yakın görsem de bana maruz kalmak en doğal hakkınızdır özdeyişini ironik olarak kullanışım da bu yüzden. Oh Calcutta! benzeri oyunlarda bedenin (bir araç olarak) sahnede çıplak olarak kullanımı bana göre ahlâksızlık sayılmayacakken, tiyatro izlerken sakız cakkırdatmak ya da çekirdek çiğneyip cips yemek, alışveriş torbalarını karıştırmak 60’lı yılların sonunda kimi Avrupa ülkelerinde ve ABD’de yaygınlaşan çıplaklık modasından daha da ayıptır, ahlâksızcadır.
İnsanlar, sanattan ve ilimden uzaklaştıkça ya da bir başka deyişle, kozalarını sevip narsist sularda dejenere oldukça, gösteri sanatlarının sahne bulduğu mekânları evlerinin kanepeleri gibi görmeyi de sürdürecekler. Böyle seyircilerine sahneden çekiç vb. şeyler fırlatan sanatçıları hiç kınamayalım, sabreden derviş her zaman muradına ermiyor çünkü ve o izleyicilerin doğru öğretmenleri olmamıştır. Oyuncunun duası bunu da örnekliyor.
Darüşşafaka’da daha on iki yaşımdayken müzik öğretmenim, hep rahmetle andığım Tahir Sevenay, bize derste çalacağı plağın tozunu silerken anlatmıştı, hiç unutmam: Avusturya’da, Viyana’da bir opera izlerken, biraz sesli nefes alıyormuş da yanındaki izleyici uyarmış, lütfen sessiz nefes alın, diye. Şimdi, ben Tahir hocam oldum. Yakınımda oyun izliyorsanız, ahlaka mugayir davranmasanız iyi olur.
George Orwell’in 1949’da yayımlanan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli romanından da esinle söylemek isterim ki gösteri sanatlarının tamamı (TV rezillikleri de dahil) şimdiki zamanı ilgilendirir. Onu kontrol eden, yöneten, ele geçiren, geçmişi ve geleceği de ele geçirir. Söz, müzik, dans sunan için de dinleyip izleyen için de şimdi ve buradadır, iktidar bu yüzden kitlelerin gösteriye katılımından çok edilgen izleyici olmasını yeğler, Gezi direnişinde görüldüğü üzere.
Tiyatro özellikle ve genel olarak da gösteri sanatlarının hepsi, bu yüzden hayatımızın ta kendisidir. Ahlâklı olmayı öğrenmekten başka da seçeneğimiz yoktur. Bir kişinin, bir grubun (hegemonya gereği) fikirlerini kitlelere dayatması en büyük ahlâksızdır.
Ahlâka mugayir ilk ya da kanımca tek örnek ahlâkınızı başkasına dayatmaktır. Batsın o ahlâk! Bunu da şiddetle yapıyorsanız, o fikirlerin, o ahlâkın beş paralık değeri yoktur.
Rumî bu yüzden şöyle der: “Edepli edebinden susar, edepsiz kendisi susturdu zanneder.” 



Kaynakça:
Eradam, Yusuf. 2004. Vanilyalı İdeoloji: Küresel Bellek Üzerine Denemeler. İstanbul: Aykırı.
Eradam, Yusuf. 2010. Thespis’in Delileri: Tiyatroda Tek Etki. Ankara: Efil Yayınevi.
İnal, Kemal (derleyen) 2013. Gezi, İsyan, Özgürlük: Sokağın Şenlikli Muhalefeti. İstanbul:    Ayrıntı         Yayınları.
Kapferer, Judith. 2008. The State and the Arts: Articulating Power and Subversion. New   York:              Berghahn Books.

Charles Marowitz

Oyuncunun Duası1
Ey Tanrı Thespis ve Kutsal Kıvılcımımın Gardiyanı,
Yeteneğimi mala mülke dönüştürmeden,
Ruhumu Refah için satmadan önce
Tıpkı çocukken olduğu gibi
Oynayayım bu gece.
Sınırsız Albenili Büyük bir Şahsiyet gibi
Kovayım yüreğimden ve aklımdan
Kendi baskın imgemi
Ve oyuncu dostlarımla canlı bir bağ kurmam için
Yeterince bencil olmama gücü bağışla bana.
Onlardan üstün olduğuma inandığım,
Bunun için de bana medyanın en titiz aydınlarının
Övgüler yağdıracağı
O anların zevkine kendimi kaptırmama
Engel ol, Ey Thespis!
Ama izin ver ben “yapayım” kendi an’ımı
Ve bir andan diğerine süzüleyim zorlanmadan,
Egoizm ve o sinir bozucu kibir olmadan.
Kurnazlık ve iblisçe oyunları ile
Sevincimi boğazıma tıkmaya ya da
Rolümü çalmaya kalkışan meslektaşlarımı
Bağışlama gücü ver bana.
Gecenin en etkileyici sahnelerinden biri olduğuna
İnandığım o anda olacaklardan
(Her şeyi bilen Thespis, senin bile) habersiz olduğun
O kuliste çene çalan Sanat Konseyi2 üyelerinin
Masum kafalarına çalacağım öfkeyi
Al götür benden!
Anlaşılmaz konuşmak
Yalandan hastalanmak,
Ağırdan alıp rolümü uzatmak gibi
Günahlara karşı koru beni!
(Çünkü insan zarafeti
Sanat için sömürülmemeli.)
Fermuarım sıkı sıkı kapalı,
Gomum3 da sağlam olsun.
Kiralık kostümlerim içinde başım dik yürüyeyim
Ve vidaları gevşemiş koltuk tıkırtıları,
Geciken ışıklar,
Eksik bir sahne gereci
Ya da en etkileyici repliğimi okuduğum anda
Ön sıradaki kadının, sanki önceden planlanmış gibi
Cümbüşlü öksürüğü korkutmasın beni.
Oyunun sonunda alkışları çok beklemeyeyim,
Halkın alkışlarına açgözlüce sırıtmayayım
Ya da hınçlarını kafamdan çıkarmak isterlerse,
Kabalık edip onlara yiyecekmiş gibi bakmayayım.

Cümbür cemaat çevremde dolaşan kameralara
Ve sahne gerisindeki müttefik “eleştirilere,”
Başarısızlığın habis kanserden sayıldığını
Kulis suratlarından okuduğum dostların ağısına karşın
İşimi sürdürme gücü ver bana, Ey Thespis!

Ve (gerçekten unutmuşsam eğer)
Sanatın yaşamdan beslendiği
Ve bir tiyatronun havası
Ne denli zengin,
Cephesi de ne denli görkemli olursa olsun,
Çevresinde, içinde, sıradan insanların
Kahve yapıp tost yaktıkları
Küçük bir yapı olduğu
Hatırlatılsın bana.

Yaşamım sanatım olsun
(“Yaşamak için” olmasın sanatım),
Ve izin ver yaşayayım sanatımı
O yüce noktaya değin ve o an işte
Şunları gerçekten söyleyebileyim:
Sanatımı yaşam için,
Yaşamımın kusursuzluğu için kullanıyorum
Ve tiyatro buna değer.
Yaşayan, sanatımdır.
Ölen, yaşamım.

Türkçesi: Yusuf Eradam

  1. Charles Marowitz, “The Actor’s Prayer,” The Act of Being: Towards a theory of acting. Londra: Toplinger Pub. Co., 1978: 106-108.
  2. Art Council Members (Sanat Konseyi Üyeleri)  (ç.n.)
  3. Gom: Parçaları bir arada tutan yapışkan, kaygan madde.


1 Yusuf Eradam: İstanbul Kültür Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı

23 Nisan 2015 Perşembe

HUBRİS iKTİDARI! 

Nükleer enerjiyi savunan herkese hitaben yazıyorum.























‘CESUR’ NE KADAR ENERJİ BAKANI VARSA, TOPUNA İTHAF EDİLMİŞTİR! 
Nükleer enerjiyi savunan herkese hitaben yazıyorum. Çocuklarınızı tatile Küba plajlarının o helva yapasınız gelen kumlarında tatile gönderiniz. Havana yakınlarında, cennet yeşillikleri içinde Çernobil çocukları tedavi merkezini de ziyaret etsinler. Hiroşima’ya, Nagazaki’ye atılan bombaların radyasyonları ile kaç kuşak etkilendi ‘göze görünmez’. Aynı Japonya ABD’nin attığı bombalarla kaç canını yitirdiğini, kaç kuşağının zehirlenip ne acılı hayatlar sürdürdüğünü, deprem kuşağında oturduğunu unutup Fukushima’daki gibi santraller yapmak ahmaklığını gösterdi. Çocuklarınızı yollayın görsünler, Çernobil yangınından sonra her biri dünya güzeli çocuklarımızın (dünyanın bütün çocukları bizim) atalarının, anne babalarının hatalarından nasıl etkilendiklerini kendi gözleri ile görsünler; gitsinler, Karadeniz bölgemizde ya da Ukrayna’da ya da Küba’da o mağdur çocuklarla arkadaş olsunlar. Dönüşlerinde, sizleri enerji bakanlıklarınızdan alacaklardır ve sizi “boşver ölürsek cennete gideriz” diyebileceğiniz ölüm araçlarına şoför tayin edeceklerdir. 

Edebiyat ve sinema, büyüklerin hatalarını “HAYAT” diye sürdüren masum çocukların öyküleri ile dolu. Martin McDonagh’nın Ankara Devlet Tiyatro’sunda oynanan Yastık Adam adlı oyunu da bunlardan biridir. Nükleer enerji savunan herkese tavsiye ederim, gidiniz görünüz. Yastık Adam sizlersiniz, bunu bildiğimizi bilerek izleyiniz.

Küba’daki Ukraynalı çocuklar, mutluymuş gibi yaptılar biz onları ziyarete gittiğimizde. Bizim için kardeşlik şarkıları, türküleri söylediler. “Commandante Che Guevara!” Salsa yaptılar. Rengârenktiler.  Çernobil patladığında bebekmiş, şimdi abla olmuş, radyasyon izini yüzünde taşıyor, radyasyondan zehirlenmiş anne babaların yaptığı çocuklara bakmak üzere ve tedavi için orada. Gözleri ışıl ışıl bu çocuklar bir avuç kül olmamışlar, biz utanalım diye. Cilt ve benzeri bir sürü kanseri taşıyorlar, ama tedavi olurken kardeşçe bir hayatı da yaşamaya çalışıyorlar Küba’da. Bizi eğlendirdiler, onları öptük okşadık, dışarı dünyadan gelen uzaylılar gibi. Sonra ne yazık ki yüreğimiz kan ağlasa da çekip gittik, onları yazgıları ile baş başa bırakıp, kendi ‘telaşemize’ döndük.


Galeride göreceğiniz yüzler, Küba’da gözyaşlarımı tutabildiğim anlarda çekebildiğim Çernobil mağduru çocukların fotoğrafları ve bir de resim. Çernobil patlamasından sonra annesini babasını yitiren Karadenizli öğrencimin “Yaratıcı Düşünce” dersimin final ödevi olarak yaptığı tablo. Hamakat tarihinizin ürünleri bunlar, kaydedin. Dilerim size kabus dolu geceler yaşatsınlar!

Özellikle Karadeniz’de ölen annelerimizi, babalarımızı, kardeşlerimizi unutturdunuz. Radyasyonu, kanseri bize yazgıymış gibi öğrettiniz. İlaç devleri ile hayatlarımız üzerine kumar oynadınız, oynamalarına izin verdiniz. Cebinize doldurduğunuz altınlar denizinde boğulurken ve sıra size geldiğinde hastalıktan çürürken bedenleriniz bu altınlara dokununuz. Dolarlar, avro’lar gelsin kurtarsın sizi. Şimdi kendisini ölümsüz sanan sizler, yarın çocuklarınız, sizin bedeninizden türeyenler sizi yalnız bırakacaklar. Siz göçtükten sonra da, mezarlarınıza kan tükürecekler!

Kurban ettikleriniz, kardeşlerinizin sofrasından çaldıklarınız yüzünüze, gözünüze, boğazınıza duracak. Hayat vermedikleriniz, çocuklarınızın hayatlarını alacak. Bu kehanetim tutacak, göreceksiniz!

Tarih hep böyleydi, böyle oluyor, doğru.

Böyle olacak, tarih tekerrürden ibarettir demek yanlış! Siyasi fatura diye bir şey yok. Soyut korkulardan korkmazsınız. Siz ancak kendi çocuklarınız umarsız dertlere yakalanınca, vücutlarında yaralar çıkınca, ciğerleri patlayınca, ağzından, dilinden irinler akınca belki gerçeğe ayacaksınız. 25 yaşında I. Dünya Savaşı’nda ölen şair Wilfred Owen’ın “Dulce et Decorum Est” başlıklı şiirini okuyunuz da birazcık olsun gözünüzün önüne getiriniz o günlerinizi. O da yetmezse ve güzel bir dünya inşa etmek aklınızdan, hayalinizden geçemiyorsa, bari Avatar gibi filmleri izleyin de doğaya, çocuklara kıyan canavarlara nasıl dönüşebildiğinizi görün.



Bütün dünya bizim vatanımız! Bizim küreselleşmekten anladığımız budur! 

İspanyolca dinlemeyi sevenler, dönüşümlü kullanılan bir yatağı anlatan “cruz de navajas” (Mecano) adlı şarkıya kulak versinler. Evet, bu dünyada kiracıyız, dönüşümlü kullanırken yatağımızı, evimizi, dünyamızı, yine anamın dediği gibi, evden çıkarken bizden sonra ya da bizimle birlikte biri gelebilirmiş gibi temiz tertipli bırakmak gerek.

Arap yemeklerinin en lezzetlilerinden birinin kubba/e (içli köfte) oluşu da bu yüzden değil midir? Ne sevmişiz dünyayı ki şekli benziyor diye köfteye bu ismi vermişiz. Şu kubbe ya da bu üstünde yaşadığımız gezegen, bu dünya, bedenimiz kadar önemsememiz gereken bir vücuttur. Değil midir de imha etmeye çalışıyoruz? Bu ne kibirdir, bu ne gözüdoymazlıktır!

Yazgımızı yanlış ellere bırakmak acizliktir. Bu acizliği de bizlere siz öğrettiniz. Korkularla yaşamayı hayat sandık. Biz size tahammül ettikçe, sizler azdınız. Tolstoy haklıymış. 

Dünya dediğimiz bu yaşlı gezegenin bağışıklık sistemini bozdunuz. İnanç safsatalarınız ile ruhumuzu sömürdünüz, bedenlerimizi beton ve ‘penli’ binalara sıkıştırıp radyasyon ile ve daha bin bir sağlıksız yöntemle dayanıksız kıldınız. 

Halkları köle yaptınız. Birbirine düşman ettiniz. Geriye çekilip kıs kıs güldünüz, hatta tırnak sürttünüz ki birbirimize girelim, kan dökelim. Silahlarınız, uyuşturucularınız satsın. Topraklarımızı karış karış satıp birinize beş katın istediniz! Yanlış eğitim ve öğretiminiz ile ‘daha çok istemeyi’ fazilet diye öğrettiniz.



Kendinizi, çocuklarınızı hastalıktan, ölümden muaf sanmak aşırı kibirdir. ‘Hubris’ bu! Bu gerçeğe ayınız! Cennet bu dünyada, biz biliyoruz, siz de pekâlâ biliyorsunuz fakat bu cenneti sadece siz yaşıyorsunuz! 

Bize de sadece yüreklerimiz kaldı. Onu size vermeyeceğiz! 

Dünyanın bütün çocukları haykırıyor!  
Savaşlara, nükleer sevdalara son! Bu tarihi biz yazmadık, bu saati biz kurmadık! Cennet sizin olsun, biz bu dünyayı istiyoruz! 

KIZ ÇOCUĞU 


Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler. 

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar. 

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.



NAZIM HİKMET