24 Nisan 2015 Cuma

BANA MARUZ KALMAK EN DOĞAL HAKKINIZDIR! 
Ya da Ritüel & Gösteri Söylemleri ile Ahlâk Üzerine Tezlerim
Yusuf Eradam1

Bir şey gösterin bana, bugün gösteri olmayan. Her şey ya ‘show’ niyetine yapılıyor ya da kaza bile olsa iki dakika sonra ya da kayıtları bir yıl sonra bulunsa bile show’a dönüşüyor. Günümüzde, gerek gösteri sanatlarının yer aldığı seçilmiş, saptanmış alanlarında, gerekse gündelik hayatımızın kendiliğindenliği için “gösteri” (show, performance) diye nitelendirelemeyecek ne kaldı? Öğretmenin ders verişi, iphone’da sevgiliye görüntülü konuşma, siyasilerin ciddi meselelerde bile sahiciymiş gibilikleri, her edim kendi içinde showbiz ürünü olarak yaşanıyor, ego merkezli kişilik sunumlarında.
1970’li yılların sonundan itibaren hızla dünyayı eline geçiren teknolojik devrimin bugün geldiği noktada iphone’larımızın marifetleri ile egolarımızın, narsisist benliklerimizin flört ettiği noktalarda, kedilere yakışan bir özlü söz gösteri sanatlarında ahlâk deyince de aklıma geliverdi çünkü belirleyici, olmazsa olmaz bir yanlış olarak sanatçıların ya da sunum yapanların ve o sunumu, o gösteriyi izleyenlerin ve de o sunumun kalitesini etkileyen alan çalışanlarının, hatta ve belki de herkesten önce iktidarın düşüncesi olarak belirdiğinde, performansın ahlâkını da kalitesini de etkileyen bir önerme olarak karşımıza dev bir sorun olarak dikiliyor:
 (1989 yılında, İngiltere’de kibirlice yayılmış gözlüklü bir kedi posterinin altında görmüştüm: “You have every right to be subjected to me.”)
Bu önerme, iktidardaki kapitalizmin, Mehmet Ayvalıtaş’ın öldürülüş anının boydan boya ‘Radikal’ damgalı mobese görüntülerinin daha sosyal medyaya düşer düşmez reklâm alabilmesine olanak sağlar, bu reklâmı haklı kılar. Öfkeden kudurarak bu satırları yazarsınız, alnınız çatlayacak gibi olur bu inanılmaz ahlâksızlığa fakat sistemin bir parçasıdır, ortadan kaldırılması gereken de haliyle odur. Kapitalizmi görmeyip onu sürdürenleri alaşağı etmeden öldürülen gençlerimizin üzerine reklâm koyduklarını görmeyiz, hatta reklâmı gördüğümüzü görmezden gelir, o gencimiz nasıl öldürülmüş, aylar sonra seyirlik bir gösteri niyetine izler, işimize gücümüze devam ederiz, Bruegel’in “İkarus’un Düşüşü” tablosunda, güneşe ulaşmaya çalışan, olanaksızın peşinde koşan o yüce sanatçı, yaratıcı zihniyeti temsil eden İkarus, Ege denizine düşmüş küçücük bacakları sağ alt köşede görünür halde can verirken, tarladaki köylünün sabanı ile yelkenini açmış geminin ve gökteki kuşun da rüzgâr ile haşır neşir yaşamlarına ve yollarına devam edişleri gibi.
İşte tam bu noktada İngiliz tiyatro kuramcısı Charles Marowitz’in kaleme aldığı “Oyuncunun Duası” başlıklı şiirin çözümlemesini yapmanız gerekebilir. Rica etsem okurken sakızınızı çıkarır mısınız, “şiir başlıyor az sonra.” Dün tiyatroda yaptığınız gibi perde açıldıktan sonra facebook’tan arkadaşınızla çetleştiğiniz gibi okumazsanız sevinirim, bu dua gösteri sanatçılarının namus bildirgesi, ciddiyetle okuyunuz bir zahmet. Kimileriniz için rahatsız edici olabilir, olabilir değil, olacaktır çünkü hepimiz gösteri sanatlarını gösteriş sanatları olarak algıladığımızın ayırdına vardığımızda, bu yanlışı görmemek için daha büyük yanlışlar yapıp başka – mış gibiliklerden ve yeni maskelerden medet umar hale geliyoruz. Ancak aşkla yapıldığı zaman iş ahlakını da beraberinde getiriyor, “Tiyatro imandır” diyen Macide Tanır bu konuda tanıdığım, bizzat tanıyıp sohbet etme onuruna da eriştiğim en büyük, en doğru örnekti.


James Baldwin’in de dediği gibi “Aşk, onlarsız yaşayamayız diye kaygılandığımız fakat için için de onlarla yaşayamadığımız bütün maskelerimizi düşürür.” Bir başka deyişle, işinizi aşkla yapıyorsanız, essahtan yaparsınız, yanlış ya da hata yapmazsınız demiyorum, sahicisinizdir, kendinize ihanet etmezsiniz.
Benim kanaatim odur ki, kendisine ihanet etmeyen de hiçbir şeye ihanet edemez.
Ahlâk söz konusu olduğunda ve ille de gösteri sanatları ise odak noktamız, tiyatro ile başlayacaksak tartışmaya ya da ahkâm kesmeye, ilkin gösterinin ekseni diyebileceğim oyuncu ile başlamalıyım. Marowitz’e ait “Oyuncunun Duası” bana olduğu gibi size de yol göstersin çünkü sadece tiyatro için değil, her alanda üreten herkes için geçerli ahlâkî (aktörel) ipuçları ve can yakabilecek ayna kırıkları içeriyor. (Şiirin tarafımdan yapılan çevirisi bu yazının sonunda ekte)
Gösteri sanatlarının da tüm mesleklerde olduğu gibi kalitelisinin kendi kendisini tanzim ettiğini biliriz, tanık olmuşuzdur. O sanatı uygulayanlardan başka hiç kimse, diyor Terence Johnson, o sanatı eleştirmek ya da disipline etmek gücüne sahip değildir, olmamalıdır. Kendi alanı için konuşan sosyolog Johnson’un sözlerini bütün meslekler için geçerli görüyorum. Johnson, aynı zamanda, profesyonellerin, en iyi şekilde çalışıp ürün verebilmeleri için de çalışma koşullarını kendilerinin kontrol edebilmeleri, iş pratiğini yaptıkları sırada kuralları kendilerinin koymaları gerektiğini vurguluyor. Yukarıdaki dua da bunun en güzel örneğini gösteriyor. Haliyle profesyonel olarak yaptığınız, hayatınızı idame ettirmenizi sağlayan işe sahip oluşunuz, gösteri sanatları ya da başka bir “iş/sanat” olabilir bu, o mesleği, işi sizin kontrol ediyor, sizin yönlendiriyor olmanızı da gerektirir. Devletin ya da ideolojinin, hegemonyanın değil. Devlet tiyatrosu kavramını bu yüzden yanlış buluyorum çünkü o sanatın, işin gelişimini, o sanat, o iş için elzem olan neyse onu bulup kendi iç kuralları ve gerekçeleri ile, yanlışları ve doğruları ile geliştirecek o alanda ürün veren kişilerdir ve üst-erk niteliğindeki herhangi bir kişi ya da kurum o alanın evrilmesine ket vuracaktır, hatta alandaki herkesin “iş ahlâkının” bozulmasına da yol açacaktır.
Herhangi bir yerde ya da merkez kavramı içinde yer alan İstiklal Caddesi üzerinde eski bir Rum dairesinden yaratılmış küçük bir salonda sahnelenen piyesten tutun da küresel başkanı Obama’nın bütün dünyanın izlediği başkanlık devir teslim törenine kadar gösteri sanatlarında ahlâktan anladığımız nedir, bu kesinlikle kişiden kişiye değişiyor, gözlemlerimle sabittir.
Örneğin, meydanda, açık havada sunulan bir gösteriye de küçücük bir odadaki gösteriye de sigara içmeden, içtiğinizin kokunuzdan anlaşılmasını bile istemeyişiniz ile ahlâklı bir izleyen olduğunuzu kanıtlayabilirsiniz, oyun başlamadan önce ‘uyarılmayı’ zekânıza, incelikli hallerinize hakaret addettiğinizden olsa gerek, daha salona girmeden mobil telefonunuzu kapatır, hışırtılı, şıngırtılı eşyalarınızı çıkartırsınız, nefesinizi tutar hazırola geçersiniz. Lâkin, oyun başladığı anda görürsünüz ki, yanınızda oturan zat-ı muhterem, kimi zaman tiyatro eleştirmeni bile olabilir, sakız çiğnemektedir, eşiyle birlikte oyun boyunca da telefonlarına bakar, herhalde dersiniz eleştiri yazısını oyunu izlemeden yazdı da geldi.
Herkese göre değişebilir dedim fakat yine de gösteri sanatlarında ahlâk (morality ve ethics, kastım her ikisi de) olmak her iki tarafı da ilgilendirir. Gösteriyi sunan kişinin de izleyenin de, eleştirenin de, medya çalışanlarının da hepsinin ahlâklı olmasını beklemek ‘gösterinin’ varoluş, oluş hakkıdır. Belki de bu yüzden ilk oyuncu Thespis, Atina sokaklarında dolaşırken deli deli hareket etmiştir de o delilik içinde kendini ötekileştirerek milletin, sokaktaki insanın dikkatini iletisine çekebilmiş ve amacına ulaşabilmiştir. Buradan şu önermeyi de gündeme getirelim, gecikmeden: Sanatçının gösterisindeki niyeti ile iktidarın niyetleri örtüşmediğinde, izlesin izlemesin o gösteri baştan sakıncalı damgası yemeye, ‘ahlâksızlıkla’ suçlanmaya adaydır. Bu yüzden örneğin, tiyatro kumpanyasının devlet yardımı gibi bir iki ucu kaka bir olgudan uzak durması gerekebilir çünkü her hediye gibi karşılıksız verilen bağış da bir beklenti, yaptırım, ketleme, hatta şiddet kaynağıdır. Türkiye’de yasaklı internet sitesi sayısının 2014 başında 35.000 aştığını da anımsarsak, iktidarın tanımı gereği ‘neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda halkın anladığının pek örtüşmediği söylenebilir. İnternet sitelerinin sayısındaki artışa bakacak olursak, internet kullanabilen halkın da iktidarın ahlâk anlayışı içinde ‘daha ahlâksız’ sitelere yöneldiği çıkarımı da olası. İktidar kendisine karşı örgütlenen, büyüyen bir halkın haberleşme, örgütlenme, başta sosyal medya alanları olmak üzere görüşüp fikir paylaşabilme alanlarını ‘ahlâksızca’ kapatabilir çünkü bu alanlar sakıncalı piyadeler yetiştirmektedir, oysa hükümet ya da iktidar gerçek vatanperverlerin kendisini alaşağı edeceğini bildiğinden ‘sakıncasız ötekiler’ yetiştirmeye devam edecektir ve ya da onların sayısını artırmayı hedefleyen önlemler alacaktır.
Başta söylemem gerekeni bu bölümün sonunda söyleyeyim:
Ahlâk, “hulk” sözcüğünün çoğulu olup ‘huylar, seciyeler’ demekmiş ya, neyin doğru neyin yanlış addedilmesi gerektiğine kimin, kimlerin karar verdiğine de işaret eder ve sanatta ahlâk dendiğinde bir kişinin huyundan, huysuzluğundan da söz etmek mümkündür ki kitlelerin o diktatörün huyuna suyuna gidip gitmemek konusunda karar vermeleri de gerekir; ayrıca, felsefe, din ya da inanç, hukuk, gelenekler, kültürel yapı vb. birçok yapı, kurum belirleyici kuralların mimarı olabilir. Kendimi bu konuda, ahlâkın toplumdan, bireyden bağımsız bir yapıya sahip olduğu görüşünü savunan Platon’a yakın görsem de bana maruz kalmak en doğal hakkınızdır özdeyişini ironik olarak kullanışım da bu yüzden. Oh Calcutta! benzeri oyunlarda bedenin (bir araç olarak) sahnede çıplak olarak kullanımı bana göre ahlâksızlık sayılmayacakken, tiyatro izlerken sakız cakkırdatmak ya da çekirdek çiğneyip cips yemek, alışveriş torbalarını karıştırmak 60’lı yılların sonunda kimi Avrupa ülkelerinde ve ABD’de yaygınlaşan çıplaklık modasından daha da ayıptır, ahlâksızcadır.
İnsanlar, sanattan ve ilimden uzaklaştıkça ya da bir başka deyişle, kozalarını sevip narsist sularda dejenere oldukça, gösteri sanatlarının sahne bulduğu mekânları evlerinin kanepeleri gibi görmeyi de sürdürecekler. Böyle seyircilerine sahneden çekiç vb. şeyler fırlatan sanatçıları hiç kınamayalım, sabreden derviş her zaman muradına ermiyor çünkü ve o izleyicilerin doğru öğretmenleri olmamıştır. Oyuncunun duası bunu da örnekliyor.
Darüşşafaka’da daha on iki yaşımdayken müzik öğretmenim, hep rahmetle andığım Tahir Sevenay, bize derste çalacağı plağın tozunu silerken anlatmıştı, hiç unutmam: Avusturya’da, Viyana’da bir opera izlerken, biraz sesli nefes alıyormuş da yanındaki izleyici uyarmış, lütfen sessiz nefes alın, diye. Şimdi, ben Tahir hocam oldum. Yakınımda oyun izliyorsanız, ahlaka mugayir davranmasanız iyi olur.
George Orwell’in 1949’da yayımlanan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli romanından da esinle söylemek isterim ki gösteri sanatlarının tamamı (TV rezillikleri de dahil) şimdiki zamanı ilgilendirir. Onu kontrol eden, yöneten, ele geçiren, geçmişi ve geleceği de ele geçirir. Söz, müzik, dans sunan için de dinleyip izleyen için de şimdi ve buradadır, iktidar bu yüzden kitlelerin gösteriye katılımından çok edilgen izleyici olmasını yeğler, Gezi direnişinde görüldüğü üzere.
Tiyatro özellikle ve genel olarak da gösteri sanatlarının hepsi, bu yüzden hayatımızın ta kendisidir. Ahlâklı olmayı öğrenmekten başka da seçeneğimiz yoktur. Bir kişinin, bir grubun (hegemonya gereği) fikirlerini kitlelere dayatması en büyük ahlâksızdır.
Ahlâka mugayir ilk ya da kanımca tek örnek ahlâkınızı başkasına dayatmaktır. Batsın o ahlâk! Bunu da şiddetle yapıyorsanız, o fikirlerin, o ahlâkın beş paralık değeri yoktur.
Rumî bu yüzden şöyle der: “Edepli edebinden susar, edepsiz kendisi susturdu zanneder.” 



Kaynakça:
Eradam, Yusuf. 2004. Vanilyalı İdeoloji: Küresel Bellek Üzerine Denemeler. İstanbul: Aykırı.
Eradam, Yusuf. 2010. Thespis’in Delileri: Tiyatroda Tek Etki. Ankara: Efil Yayınevi.
İnal, Kemal (derleyen) 2013. Gezi, İsyan, Özgürlük: Sokağın Şenlikli Muhalefeti. İstanbul:    Ayrıntı         Yayınları.
Kapferer, Judith. 2008. The State and the Arts: Articulating Power and Subversion. New   York:              Berghahn Books.

Charles Marowitz

Oyuncunun Duası1
Ey Tanrı Thespis ve Kutsal Kıvılcımımın Gardiyanı,
Yeteneğimi mala mülke dönüştürmeden,
Ruhumu Refah için satmadan önce
Tıpkı çocukken olduğu gibi
Oynayayım bu gece.
Sınırsız Albenili Büyük bir Şahsiyet gibi
Kovayım yüreğimden ve aklımdan
Kendi baskın imgemi
Ve oyuncu dostlarımla canlı bir bağ kurmam için
Yeterince bencil olmama gücü bağışla bana.
Onlardan üstün olduğuma inandığım,
Bunun için de bana medyanın en titiz aydınlarının
Övgüler yağdıracağı
O anların zevkine kendimi kaptırmama
Engel ol, Ey Thespis!
Ama izin ver ben “yapayım” kendi an’ımı
Ve bir andan diğerine süzüleyim zorlanmadan,
Egoizm ve o sinir bozucu kibir olmadan.
Kurnazlık ve iblisçe oyunları ile
Sevincimi boğazıma tıkmaya ya da
Rolümü çalmaya kalkışan meslektaşlarımı
Bağışlama gücü ver bana.
Gecenin en etkileyici sahnelerinden biri olduğuna
İnandığım o anda olacaklardan
(Her şeyi bilen Thespis, senin bile) habersiz olduğun
O kuliste çene çalan Sanat Konseyi2 üyelerinin
Masum kafalarına çalacağım öfkeyi
Al götür benden!
Anlaşılmaz konuşmak
Yalandan hastalanmak,
Ağırdan alıp rolümü uzatmak gibi
Günahlara karşı koru beni!
(Çünkü insan zarafeti
Sanat için sömürülmemeli.)
Fermuarım sıkı sıkı kapalı,
Gomum3 da sağlam olsun.
Kiralık kostümlerim içinde başım dik yürüyeyim
Ve vidaları gevşemiş koltuk tıkırtıları,
Geciken ışıklar,
Eksik bir sahne gereci
Ya da en etkileyici repliğimi okuduğum anda
Ön sıradaki kadının, sanki önceden planlanmış gibi
Cümbüşlü öksürüğü korkutmasın beni.
Oyunun sonunda alkışları çok beklemeyeyim,
Halkın alkışlarına açgözlüce sırıtmayayım
Ya da hınçlarını kafamdan çıkarmak isterlerse,
Kabalık edip onlara yiyecekmiş gibi bakmayayım.

Cümbür cemaat çevremde dolaşan kameralara
Ve sahne gerisindeki müttefik “eleştirilere,”
Başarısızlığın habis kanserden sayıldığını
Kulis suratlarından okuduğum dostların ağısına karşın
İşimi sürdürme gücü ver bana, Ey Thespis!

Ve (gerçekten unutmuşsam eğer)
Sanatın yaşamdan beslendiği
Ve bir tiyatronun havası
Ne denli zengin,
Cephesi de ne denli görkemli olursa olsun,
Çevresinde, içinde, sıradan insanların
Kahve yapıp tost yaktıkları
Küçük bir yapı olduğu
Hatırlatılsın bana.

Yaşamım sanatım olsun
(“Yaşamak için” olmasın sanatım),
Ve izin ver yaşayayım sanatımı
O yüce noktaya değin ve o an işte
Şunları gerçekten söyleyebileyim:
Sanatımı yaşam için,
Yaşamımın kusursuzluğu için kullanıyorum
Ve tiyatro buna değer.
Yaşayan, sanatımdır.
Ölen, yaşamım.

Türkçesi: Yusuf Eradam

  1. Charles Marowitz, “The Actor’s Prayer,” The Act of Being: Towards a theory of acting. Londra: Toplinger Pub. Co., 1978: 106-108.
  2. Art Council Members (Sanat Konseyi Üyeleri)  (ç.n.)
  3. Gom: Parçaları bir arada tutan yapışkan, kaygan madde.


1 Yusuf Eradam: İstanbul Kültür Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder